Aret Gıcır’ın işlerindeki en belirgin hat, sanırım, geçmişle, daha çok da "travmatik" bir geçmişle kurulan özel bir alakadır. Gıcır’ın işleri, bir geçmişle konuşma, geçmişi şimdiye taşıma, bir anlamda (Benjamin’in bahsettiği anlamda) geçmişi kurtarma isteğini taşır. Geçmişin, geçip gitmiş olmasını kabul etmeyen ve "eski zaman" denilen şeyin bugüne musallat olması, bir hayalet gibi bugün sahnesine çıkması için yapılan hareketler vardır, Gıcır’ın sanatında.
Bir şey daha eklemek lazım: Aret Gıcır’ın resimlerinde kısık sesli, fısıldayan bir ton bulurum genelde. Bir sır verir gibi, söylenmesi yasak ya da sakıncalı bir şeyi söyler gibi, tarihin bir sessiz odasına fısıltıyla ses verir gibi bir ton. Böyle anlatınca, Aret Gıcır’dan bir yazar gibi bahsetmiş oldum ama evet, yazarca bir tavra sahip olmasının yanı sıra, kendisi aynı zamanda bir yazardır da: Agos’ta köşe olarak yayınlanan ve sonra kitaplaşan Azınlıkyan adlı bir çizgi-öykü kitabı ve Hrant Dink’e adadan 19 Ocak Öncesine Dönmek İstiyorum adlı bir kitabı da vardır mesela. Özetle, Aret Gıcır karikatür, resim, hikaye ve diğer araçları kullanarak, resmi tarihle ve resmi ideolojiyle sürekli bir "hesaplaşma" ya da mücadele halindedir. Resmi ideolojinin en sevdiği bölge olan "geçmiş"e de bu kadar yoğunlaşıyor olması rastlantı değil.
Gıcır’ın bugüne kadar ki sergileri genellikle bir "geçmiş bölgesi"ne odaklandı. Bir intihar saldırısının etkilerine odaklanan Yaşamı Beklerken, adını Zabel Yesayan’ın 1909 Adana katliamına dair kitabından alan Ateş ve Kılıç Arasında ve İstanbul Ermeni Patriği Mesrob Mutafyan’ın hastalığına ve genel anlamda Ermeni toplumunun kolektif hafızasına odaklanan Günden Güne gibi sergileri, hep bir yakın ya da uzak geçmişe dönüp bakan, oralardan izler toplayıp bugüne getiren sergilerdi. Ve, tahmin ederseniz ki, o geçmişte genelde pek iyi şeyler olmamıştı: 1915, katliamlar, şiddetler, patlamalar ve müteakip direnişler. Gıcır’ın işlerinde "kolektif hafıza" denilen şeyin başat olduğunu, kişisel olanda da kolektif bir şeyler gördüğünü, kişisel tarihten bahsederken ülke tarihine dair bir okumalar silsilesi yaptığını da söylemek gerek.
Son sergisi İmgeden Sonra’da da benzer bir mesele ve fakat farklı bir estetik var. Bu sergide, bir geçmişe bakma, geçmişle konuşma hali var, fakat, diğer sergilerin aksine, bu üzerinde tarihi yazan, belirgin bir geçmiş bölgesi değil. Daha çok şöyle bir his var sergide: adı konmayan – ya da konamayan- geçmişten gözde ya da zihinde kalan tortuların, "art-görüntü"lerin hayaletimsi ve belli-belirsiz formlarla kayda geçirilmesi. Ya da sergi metninde dendiği gibi:
“İmgeden Sonra, sıradan bir günün yankılarından, sıra dışı bir manzaradan,
uçucu bir karşılaşmadan, zamanı aşan bir dostluktan, beklenmedik bir kayıptan,
bir kördüğümden geriye kalanların izini sürüyor… Değişip dönüşen vücut parçalarını andıran akışkan formlar, beklenmedik ihtimalleri ve bazen hayaletleri imleyen görsel bir anlatı oluşturuyor.”
Sergi mekânına girdiğimde hissettiğim ilk şey, bu "hayaletimsi" his olmuştu: belirsiz bir tarihten gelen, uncanny hayaletler. Bu hayaletimsi hissi, açıkçası, ben İstanbul’un bazı bölgelerinde hissederim, bilhassa geçmişte bir şiddetin yaşandığı ve şiddetle hesaplaşılmayan bölgelerde. Mesela, Balat’ta, mesela Kuzguncuk’ta, mesela Beyoğlu’nun bazı sokakları ve binalarında. Eskiden orada yaşayanlar bir şiddet sonucu (mesela 6-7 Eylül pogromu) oradan gitmiştir ama arkalarında hayaletimsi bir his bırakmışlardır. Derrida’nın "hayalet-bilim" (hauntology) dediği şey, bu anlamda, İstanbul’un ve aslında Türkiye’nin birçok yerine neredeyse fiziksel uygulanabilir. Geçmişi kurtarmaya, resmi tarihe bazı "ekler" yapmaya yönelik bu kadar çok çabanın, filmin, romanın, belgeselin ve sanat işlerinin olması da hiç rastlantı değil. Resmi tarihin yapmadığını, gayri-resmi tarihçiler olarak yazarlar, sinemacılar ve sanatçılar yapıyorlar. Bir anlamda, hontolojik bir kazı yaparak geçmişi kurtarıyorlar.
Sevim Burak, bu "hontolojik" hamleye "yoklarla konuşmak" diyordu. Olan ama olmayanlar, var olan ama "yok" olanlar, mevcut ama namevcut olanlar. Aret Gıcır’ın bu son sergisinde, tarih ve isim vermeden, geçmişin ve genelde de travmatik bir geçmişin hayaletleriyle konuştuğunu düşündüm. O hayaletimsi figürlere baktıkça da insanı iki duygu birden sarıyor: trajik ve ağır bir kayıp duygusu ve o kayıp şeyin şimdiye gelmiş olmasının yarattığı bir ‘hafifleme’ duygusu. Ya da bir poetik adalet duygusu.
Gıcır’ın farklı renklere bürünerek duvarlarda salınan hayaletimsi formları, ‘dil tarih coğrafya’ya dair çok fazla çağrışım barındıyor. Bu çağrışımların bu ülkede genelde "negatif" ve ağır çağrışımlar olması da sanırım ülke haline bir şeyler söylüyor.
Velhasıl, Aret Gıcır’ın hayaletimsi formlarla yarattığı bu alanı deneyimlemek insana iyi geliyor: bir "poetik adalet"in mümkün olduğunu, geçmişe bir iade-i itibarda bulunabileceğimizi hissettiren bir şeyler var burada. Az buz bir şey değil.