Rivayet olunur ki sufi şeyhi Ali bin Ömer eş-Şâzeli, Yemen’deki Moha şehri emirinin hiddetiyle Evsab Dağı’na sürgün edilir. Şeyh sürgündeyken kentte büyük bir uyuz salgını peyda olunca insanlar dua edip şifa bulmak için şeyhin yanına gelirler. Şeyh Şâzeli ateşte kavurduğu kiraz renkli, kekremsi meyvenin çekirdeklerini sıcak suda kaynatıp gelenlere içirir ve böylelikle hastalar iyileşmeye başlar. Şeyh çekirdeklerin suda kaynarken taşıp etrafa döküldüğünü gördüğünde bu mucizevi içeceğin dünyanın dört bir yanına yayılacağı kehanetinde bulunur. Bu rivayetten dolayı Şeyh Şâzeli yüzyıllarca kahvecilerin piri olarak anılır. Osmanlı İstanbul’unun gedikli kahvehanelerinin duvarlarına asılı hat levhalarda ona duyulan hürmeti hatırlatan şu mısralar yazılıdır:
Her seherde besmeleyle açılur dükkânımız
Hazret-i Şeyh Şâzelidir pîrimiz sultânımız
Doğu’nun revnaklı hafızasından süzülüp gelen bu rivayete göre kahveyi ilk tüketenler Şeyh Şazeli gibi sufi dervişleridir. Ortodoks İslamın katı çizgisinden ayrılan bu Müslüman mistikler, Tanrı’yla daha bireysel bir ilişki içerisinde olduklarına inanıyorlardı. Tüm dış uyaranlara karşı kayıtsız kalmak ve dünyevi dertlerden arınmak için geceleri toplu halde zikir adı verilen ayinler gerçekleştiriyorlardı. Zikir ayininin yegâne amacı, maddi âlemden uzaklaşarak ilahî varlıkla bir şekilde bütünleşerek vecde gelmekti. Allah’ın sıfatlarından birinin veyahut kelimeyi şahadetin melodik bir biçimde –kimi zaman enstrümanlar eşliğinde–tekrarlanması ve bu terennüme uzuvların eşlik etmesiyle gerçekleşen ayinlerde, dervişler “kendinden geçme” haline ulaşmaya çalışıyorlardı. Gece gerçekleşen bu ayinlerin aranan eşlikçisi kahve, dervişleri zinde ve uyanık tutmak amacıyla onlara ikram ediliyordu. Elbette dervişler onlara dinçlik ve tazelik veren bu güzel kokulu içeceği –ayinlerin dışında–gündelik hayatlarında da tüketmeye başladılar. Böylelikle kahve tekkelerin duvarlarını aşıp derviş meşrep bir içecek olarak Yemen, Hicaz ve Mısır bölgelerine yayıldı, şöhreti alıp yürüdü.
Kahvenin dağları ve çölleri geçip İstanbul’a ayak basması için 1550’li yıllara dek beklemek gerekti.
Kahvenin dağları ve çölleri geçip İstanbul’a ayak basması için 1550’li yıllara dek beklemek gerekti. Tarih-i Peçevi’ye göre, o yıllarda Halep’ten Hakem adında bir herif ve Şam’dan da Şems adında bir zarif İstanbul’a gelerek Tahtakale’de kahvefürûşluk etmeye başladılar. İstanbul’un ehl-i keyf yâranı ve okuryazar takımı buralarda toplanarak kitap okumayı, tavla oynamayı, gazeller yazıp söylemeyi pek sevdiler. Kahvehaneler zamanla toplumun farklı tabakalarına ait birçok insanın bir arada bulunabildiği sosyal hiyerarşilerin nispeten rafa kalktığı davetkâr kamusal mekânlar olarak İstanbul’un semtlerine yayıldı. Süheyl Ünver’in deyişiyle kahvehaneler bir mecma-i zürefâ yani “zarif kimselerin toplanma yerleri” oluverdi. Sufilerin vecit içeceği Osmanlı İstanbul’unun gözenekli sosyal yaşamından süzülerek şekil değiştirdi ve birçokları için bir haz nesnesi haline geldi. Öyle ki dönemin şairlerinden Sani Bey, şarabın pabucunu dama attığı için kahveye biraz dargındı: “Humlar şikeste cam tehî yok vücûd-ı mey / Kıldın esir-i kahve bizi hey zamâne hey!”(Küpler kırık, kadehler boş, şaraptan eser yok! / Hey zaman, bizi kahvenin esiri eyledin!)
Zarif kimselerin toplanma yeri
Dublin’deki Chester Beatty Kütüphanesi koleksiyonunda bulunan ve nakkaşı bilinmeyen 17. yüzyıl kahvehanesi minyatürü, kahvenin Osmanlı’daki serüveni hakkında çok şey anlatıyor: “Gülün gerdanı bülbülün minberi oldu / Menekşenin zülfü gülün beline kemer oldu / Şeker ve badem birbirini tamamlıyor / Zühre [Venüs] ve Merih [Mars] aşk oyunu oynuyor.” Doğu’nun büyük şairi Nizamî Gencevi’ye ait iki beyitle süslenen sayfada gül ile bülbül hikâyesine ve Zühre ile Merih’e telmihte bulunularak Yakındoğu’nun köklü edebî geleneği vurgulanıyor. Kahvehanelerin edebî sohbet mekânları olduğu düşünülünce bu iki beyit daha da büyük anlam kazanıyor. Güzelliğe gönül verenler misali bülbül de nazlı sevgilinin gerdanını minbereylemiş, camideki minberden uzağa savrulmuştu. Bülbül gibi estetik haz peşindekiler yani kahvehane müşterilerinin ellerindeki kitaplar muhtemelen şiir kitaplarıydı ve onların güzellik arayışları da cami ve mescitlerin uzağında sürüyordu. Nitekim şairler buradan aldıkları ilhamı kahve ocağının önündeki yüksek sekide oturan keyif erbabı gibi deftere nakşediyordu. Zarif kimselerden olduklarını belli etmek istercesine sarıklarına taktıkları karanfillerle dikkat çeken ön taraftakiler ise tavla ve mangala gibi oyunlarla meşguldüler. Tavla oynayanların hemen yanındaki iki genç erkek gıybete dalmış veya hararetli bir sohbet içerisinde görülüyordu. Onların arkasında ise keyif erbabının keyfine keyif katan müzisyenler göze çarpıyordu. Zilli tef, rebap, ney ve muhtemelen utla icra edilen bir dinleti kahvehanedekileri mest etmiş gibi görülüyor.
Kahvehanenin ziyaretçileri yalnızca bu kimselerle sınırlı değildi elbette. Diğerlerinden kısmi olarak ayrılmış ocağa yakın yüksek eyvanda oturanlar, muhtemelen Osmanlı üst sınıfının mensuplarıydı zira kahvehanedeki diğer müşterilerden ayrı oturuyorlardı. Kahvecinin önlerinde eğilen iki büklüm hali de onlara gösterilen hürmetin göstergesiydi. İstisnasız herkesin elindeki kulpsuz porselen fincanlar 17. ve 18. yüzyıllarda Osmanlı usulü kahve servisinin ayrılmaz bir parçasıydı. Alt ve dudak kısmından tutularak içilen sıcak kahve fincanı nadiren yere bırakılırdı, bitirilene kadar elde tutulurdu.
Tasvir edilen bu kişilerin tamamının ortak özelliği kahveye ve onu kolektif bir biçimde tüketmeye duydukları haz olmalı. Kahvehane benzer zevklere, dünya görüşüne sahip erkeklerin bir aradalığına imkân sağlıyordu. Dolayısıyla bir düşünce alışveriş mekânı olan kahvehanenin kamuoyu oluşturmaktaki rolü yadsınamaz. Tam da bu nedenden dolayı İstanbul’daki kahvehaneleri bekleyen bazı tehlikeler vardı.
Kâtip Çelebi’ye göre Ebu Suud Efendi öylesine sinirlendi ki İstanbul’a kahve taşıyan gemilerdeki yükleri deldirip denize gark ettirdi. Bundan sonra İstanbul’da kahve içmek caiz olmasa da İstanbul’un keyif erbabı için bir fincan kahve uğruna can vermek caiz oldu.
“Halk kahvehaneye alıştı, mescitler boş kaldı”
İstanbul halkının kahvehanelere rağbet etmesinden en çok rahatsız olanlar dönemin ulemasıydı. Heterodoks dervişlerin aksine sınırları Sünni İslamın prensiplerince belirlenmiş klasik bir medrese tahsiliyle yetişen müderris, müftü, kadı gibi kişilerin oluşturduğu ulema sınıfı, Osmanlı devlet teşkilatındaki üç temel zümreden biriydi. Bunların bir kısmı, “Halk kahvehaneye alıştı, mescitler boş kaldı,” diyerek kahvenin de diğer tüm bid’atlar gibi sufilerin başının altından çıktığını söylüyor ve içilmesinin kati surette yasaklanmasını istiyorlardı. Muhalefetlerini ise kahve çekirdeğinin yanma derecesine kadar kavrulduğu ve yanmış bir nesnenin tüketilmesinin dinen caiz olmadığı iddiasıyla temellendiriyorlardı.
Dönemin en yüksek dinî otoritesi olan Şeyhülislam Ebu Suud Efendi’nin (1545-1574) kahveye ilişkin verdiği fetvalarda bu popüler argüman savunulmamakla birlikte, kahvehanenin politikleşmesinin yarattığı endişenin izleri sürülebiliyor. Ebu Suud Efendi kahvenin uykuyu gidermek, zihin açmak veya ibadete yardımcı olmak için içilebileceğini ancak İstanbul’daki birçok günahkârın yaptığı gibi kahvehanelerde veya meclislerde eğlence için kahve içilmesinin kesinlikle haram olduğunu vurguluyordu. Şeyhülislam, bir adım daha ileriye giderek kahvehanelerde toplanıp kahvesini yudumlayanları fesaka ehli, yani yoldan sapmış kimseler olarak nitelendiriyordu. Onun bu öfkesi, yukarıda da bahsedildiği gibi kahvenin kamusal alanda kolektif bir biçimde tüketimine yönelik bir öfkeydi. Bu da büyük oranda kahvehanenin zamanla siyasi tenkitler yapılan ve idareciler aleyhinde söz söylenebilen bir mekânsal karakter kazanmasının sonucuydu. Ebu Suud’un hiddeti, kahvehanenin kazandığı siyasi karakterin yönetici sınıfta yarattığı endişenin bir tezahürü olarak yorumlanabilir. Kâtip Çelebi’ye göre Ebu Suud Efendi öylesine sinirlendi ki İstanbul’a kahve taşıyan gemilerdeki yükleri deldirip denize gark ettirdi. Bundan sonra İstanbul’da kahve içmek caiz olmasa da İstanbul’un keyif erbabı için bir fincan kahve uğruna can vermek caiz oldu.
Kahvenin yasaklarla yükselişi
Kahvenin derviş menşeli bir içecek olması ve Sünni İslamı temsil eden dinî otoritelerin kültürel denetimine takılması, onu İstanbul’da kamusal alanın dışına itse de seçkin çevrelerde kahve tüketimi devam etmiş gibi görünüyor. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı isimli eserinde Kanuni devrinden itibaren sarayda kahvecibaşılık görevinin ihdas edildiğini ve kahvecibaşının hükümdar ile yakın çevresine kahve servis etmekle mükellef olduğunu yazıyor. 17. yüzyıldan itibaren ise üst düzey devlet görevlilerine “kahve ve buhur merasimi” yapılması bir teşrifat kuralı haline gelecekti. Bu bağlamda kahve üst makamdan alt makama yapılan bir ikram ve ihsan olarak görüldüğünden herhangi bir siyasi tenkit niteliği taşımıyordu. Başka bir deyişle içilmesinde sakınca yoktu.
Yüzyılın sonlarında ise ulema ile keyif erbabı arasındaki mücadele durulmaya başladı. Osmanlı tarihindeki birçok yasak gibi bu yasak da yalnızca kahve ve kahvehanelerin yaygınlaşmasına sebebiyet verdi. Tarihçi Ignatius Mouradgea d'Ohsson’ın iddiasına göre II. Selim döneminde İstanbul’daki kahvehanelerin sayısı 600’ü aşmıştı. Kahvehanelerin kapatılması, yasaklanması, kahve içenlerin ve satanların muhtelif cezalara çarptırılması gibi birçok yaptırıma rağmen çabalarının ateşi körüklemekten başka bir işe yaramadığını gören ulema, kahveye karşı tutumunu değiştirmek zorunda kaldı. Kaderin bir cilvesi olmalı ki bir şeyhülislam tarafından atılan düğüm, aynı yüzyılın sonunda başka bir şeyhülislam tarafından çözüldü – hem de şiir formunda yazılmış bir fetvayla.
Muhittin Eliaçık’ın sadeleştirildiği fetva metninde İştipli Vaiz Emir Efendi’nin dönemin şeyhülislamı Bostanzade Mehmed Efendi’ye (1589-1592/1593-1598) manzum bir biçimde kahveye ilişkin şüphelerini sormaktadır: “Ey müşkülatı çözen fetvâ makamını süsleyen müftü! Kahvenin helal veya haram oluşuyla ilgili bende bir-iki şüphe oluştu. Kahve mecliste tıpkı şarap gibi döndürülüp içilir, şarap gibi sarhoşluk verir, tabiatça soğuk ve kurudur, fakihler içine haram şey katılıp karıştırılır diye haram derler ve onu meclisleri ayıplanan zarifler içer.”
Kahvenin derviş menşeli bir içecek olması ve Sünni İslamı temsil eden dinî otoritelerin kültürel denetimine takılması, onu İstanbul’da kamusal alanın dışına itse de seçkin çevrelerde kahve tüketimi devam etmiş gibi görünüyor.
Şeyhülislam ise aynı şiirsel dille cevap verir: “Ey sevap mı hata mı diye sualini sorup ulema meclisine bu müşkülü atan! Kahve hakkındaki şüphelerin vehim ve ikiyüzlülük göstergesidir! Evvela yüce şeriat meclisteki döndürülüş şekline zerre kadar itibar etseydi içtiğin içeceklerin hepsi haram olurdu. İkincisi kahvenin zerrece sarhoşluğu yoktur. Üçüncüsü yediğin içtiğin çoğu şey soğuk ve kurudur. Dördüncü şüphen akla ziyan bir şüphe olup hangi mezhepte sırf vehimle bir şeyin haram veya helal olmasına bir açıklama veya ima vardır? Beşinci olarak, ayıplamaya sebep olması aslâ kabul edilebilecek bir şey değildir. Bil ki iyi huylu kimseye kahve içmek daima saflık ve güzellik verir, bulunduğu yerde iyilik ve güzellik olur. Lâkin kötü huylu bulunduğu yerde devamlı zehirli sözünü kusar, ejderha gibi olan ağzını hiç hayra açmaz.”
Böylece hem iyi huylu hem de kötü huylu kimselerce içilen derviş meşrep kahvenin Osmanlı topraklarındaki aforozu ortadan kalkmış oldu. Politik-dinî tartışmaların çatlaklarından sızarak adım adım kendini benimseten mis kokulu kahve, Osmanlı kent hayatının ve sosyal yaşamının ayrılmaz bir parçası haline geldi. Türk, Rum, Ermeni, Arnavut, Kürt veya Yahudi fark etmeksizin Osmanlı toplumunu oluşturan bileşenler, ortak bir kültürel gösterge olan kahveyi ve onun ikram merasimini kucaklayıp kendi yaşantılarının bir parçası haline getirdiler. Dahası İstanbul’un sınırlarını aşan kahve Avrupa’nın büyük kentlerinde kendine yeni bağlamlar ve yeni keyif erbabı buldu.