Yazar ve çevirmen Sona Ertekin yaşadığı gibi yazan, akademide kazandığı edebiyat ve sinema-televizyon bilgisini hayatın kendisiyle birleştirip romanlaştıran bir isim. İlk kitabı Arızanın Merkezine Seyahat’te okuru soluk soluğa bir dünya turuna dahil etmişti, yeni romanı Her Şey Dans Ediyor’da aşkın, ölümsüzlüğün, kendini gerçekleştirip dönüştürmenin izini neşeyle sürüyor. Sadece yazdığı romanlarda değil, kaleme aldığı kitap yazıları ve çevirmenliğini yaptığı çalışmalarda ortak bir izlek, akraba şifreler, benzer bir yaklaşım var: yenilik, deneysellik ve cesaret. Ertekin’le performans ruhuyla giriştiği yazma eylemini, edebiyatında rave’in karşılığını, günümüzde Hekate’yi konuştuk.
NAZLI BERİVAN AK: Sevgili Sona, seninle Tekirova Sundance’de, aslında tam da kitaplarında kurduğun setlere benzer bir ortam ve mevsimde tanıştık. Ben senin ilk kitabın Arızanın Merkezine Seyahat’i okuyordum ve tesadüf bu ya, birbirimize denk geldik. O günden bugüne de hiç kopmadık, birbirimizin üretimlerini yakından takip ettik. Şimdi yeni romanın Her Şey Dans Ediyor okurların karşısında, ben de ilk günden romanını okuyup notlarımı aldım elbette. Kitabın fikri nasıl doğdu, hikâye nasıl oluştu, buradan başlayalım mı?
SONA ERTEKİN: Nazlıcığım, hani derler ya aynı gemideyiz diye, son yıllarda hep birlikte bindiğimiz de artık hız treni mi desem, korku tüneli mi desem... İşte bunun içinde ideallerine, kendi yarattığı misyonlarına ve yaşam enerjisine sonsuz bir gayretle tutunan senin gibi insanlarla bir araya gelmek bana ilham veriyor.
Gelelim Her Şey Dans Ediyor kitabının tohumlarını oluşturan o güne… Annemin her gün avlusunu hortumla yarın yokmuşçasına sulamayı alışkanlık edinmiş bir komşusu vardı. Her gün tonlarca suyu kayrak taşlarına boca ederken kendi çapında bir terapi ya da ritüeli gerçekleştiriyordu sanki. İşte o günlerden birinde, “Bu dünyaya bir daha da asla gelmeyecem!” diye haykırdığını duydum. Kadıncağız resmen reenkarnasyona posta koyuyor, henüz çizilmemiş olası tüm kaderlerine isyan ediyordu ki bu da benim için bir çıkış noktası oldu. Bu fikrin karşısına da yine ne zamandır aklımda olan başka bir imgeyi yerleştirdim. Avlu sulayan kadının aksine çok mutlu, âşık bir insan. Gerçek aşkı, sevgiyi bulduğu için öyle şanslı, öyle minnettar hissediyor ki kendini, eğer reenkarnasyon diye bir şey varsa yeniden dünyaya geldiğinde şimdiki hayatındaki sevgilisini hiç vakit kaybetmeden yeniden bulmak istiyor. Hatta yeniden dünyaya geldiği her hayatta tekrar tekrar bulmak. Bu iki zıt duygu ve ruh halinden yola çıkmayı tercih ettim.
70’ler Türkiye’sinden 2015 sonrasına bir yolculuk yapıyoruz, tek bir aşkın zamanları aşarak farklı biçimlerde kendini tekrar yaşatıp yaşatmayacağını fantastik bir kurgu içinde okuyoruz. Bu kitabın özellikle aşka dair temel meselesi nedir, anlatır mısın?
Bu kitapta hayatının aşkını farklı bir reenkarnasyonda arayan bir kahramanımız var. Aşkı kutsallaştıran bir kahraman Kerim. Ama bir şeylerin kutsallaştırılması aslında sorunlu bir alan. Kutsallık atfedilen özünde son derece somut ve basit bir şey olabilir. Oysa kutsallaştırılmış ve yüceleştirilmiş halinde bir tür erişilmezlik var. Aşkın müthiş kutsallaştırıldığı ve idealize edildiği bir kültürde yaşıyoruz. Ancak bu aşkınlaştırılmış gerçeklikte daha çok “üretilmiş” duygu simülasyonları söz konusu. “Onun için bu dünyayı yıkarım, dağları delerim, kendimi de yakarım,” diyen insanın birlikte bulaşıkları yıkayası yok mesela… Bizim zaman yolcusu aşığımız Kerim de aşkı son kertede idealize eden bir karakter. Oysa aşk bir kez fethedildiğinde sonsuza dek bizim olan, sonsuza dek çiçek kokan bir ülke değil. Her gün kanalizasyonundan tarımına, ağaçlandırmasından şenliklerine ve kutlamasına yapılacak çok iş var!
Bu kitabın aşka dair temel meselesi ise sanırım hafıza ve bireysel kurgularımız. Daha birbirimizi tam olarak tanımadan oluşan birtakım kurgular ve idealler var kafamızda. Karşımızdaki kişiye, onun mevcudiyetindeki kendimize ve bu dinamiğin olası sonuçlarına dair… Ve hayatı paylaşırken bile iki tarafın birbirlerinin deneyimlerine dair bütünsel bir fikri yok aslında. Varsa da bu bile belli ölçüde kurgudan ibaret. Hepsi bir hikâye… İlişkilerdeki bu kurgusal kırılma benim ilgimi çekti ve Her Şey Dans Ediyor’da bunun peşine düştüm. Hakikate dair kurguladığımız hikâyelerle yalnızca bugünü ve geleceği değil geçmişi de sürekli yeniden yazdığımızı, geçmişin sabit ve değişmez bir kayıt değil canlı bir organizma olduğunu, bugünkü bakışımızla onu sürekli yeniden şekillendirebileceğimizi fark ettim. Dolayısıyla asıl derdim hafızaydı. Güvenilmez bir anlatıcı olarak hafızaya odaklandım.
İlk romanın Arızanın Merkezine Seyahat’in odağında gizemli bir kitabın peşinde maceraperest bir ödül avcısı ve kırgın bir kitap dedektifi vardı. Karakterlerini Moda sokaklarından Kamboçya ve Bali sahillerine, yağmur ormanlarından yanardağların zirvesine gezdiriyordun, okuru soluk soluğa bir dünya turuna çıkarıyordun. Her Şey Dans Ediyor’da da zamanda yolculuk var, her defasında baştan yaşansın istenen aşk var, pavyonlar, pole dance dünyası, kadim öğretilere gizlenmiş kadınlık halleri var... İki romanın arasında bir akrabalık kuruyor musun?
Arızanın Merkezine Seyahat’te kendini keşfetmeye, beslemeye ve inşa etmeye devam eden bireyin hem içinde yaşadığımız düzenle hem de ilişkilerle, bağ kurmanın tehlikeli ve riskli alanlarıyla mücadelesini anlatmak istedim. Düzene teslim olmamak ama huzur içinde yaşamak gibi birbiriyle çelişen arzulara odaklandım. Her yeni macerada atomlarına kadar dağılmak ve mümkünse bir bütün olarak geri dönüp bundan bir anlam çıkarmak romanın ana fikriydi. Sınırsız deneyimlere olan açlığımızla şefkat, güven ve huzur arayışı arasındaki salınımlar… Her Şey Dans Ediyor’da ise hayata, bağ kurmaya ve ilişkilere dair daha olgunlaşmış sorularım vardı. Arıza’daki meselelerin nispeten çözüldüğü, daha ayakları yer basan bir noktada bu defa ilişkilere dair yeni bir seviyede daha derin, daha yetişkin ve gerçekçi perspektifleri ele aldım. Bir araya geldikten sonra bir arada kalmak, yetişkin yaşamı ve içinde yaşadığımız düzende kendin olmak, canlı kalmak gibi konular benim için ön plana çıktı.
Fantastik edebiyat, yazınında neye karşılık geliyor? Türkçede seni besleyen fantastik hikâyeler, romanlar, yazarlar kimlerdir?
Fantastik edebiyat benim için her zaman çekici bir ilgi odağıydı. Ama kendimi ait hissettiğim yer cinler, periler, ejderhalardan ziyade fantastik unsurların gerçeklikle iç içe geçtiği yaklaşımlar oldu. Fantastik öğelerin dozajının alışılmadık şekillerde ayarlandığı eserler özellikle ilgi alanıma giriyor. Tom Robbins, Michel Tournier, Christopher Moore, Michael Poore bana ilham veren yazarlar arasında.
Türkiye’de ise bizim zaten sınırsız bir masal geleneğimiz var ve bu bizim DNA’mıza işlemiş desem yeridir. Nazlı Eray gibi gerçekliğin kapılarını kırıp geçmiş fantastik öncülerimiz var. Gençlik yıllarımda Hayalet Gemi dergisinin bendeki etkisi muazzamdır. Ülkemizde edebiyatta nelerin mümkün olabileceğine dair beni uyandıran bir kaynaktır bu. Veya Cem Akaş denince fantastik edebiyat ilk akla gelen unsur olmayacaktır ama sadece 7 gibi bir kitabın yazılmış olması bile eminim sadece benim için değil bütün bir nesil için bir kırılma noktasıdır.
Geriye dönüp baktığımda Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin Amak-ı Hayal kitabının da çok özel bir yeri var bende çünkü o da çağının genç ve marjinal entelektüel azınlığına edebiyatımızda yer açmıştır. Zaten gulyabanisinden devine ve Kaf Dağı’nın ardındaki zümrüdü anka kuşuna bizim gibi masal ve sözlü anlatı geleneğinden beslenen bir kültürde fantastik unsurlardan uzağa düşmek pek de mümkün değil.
Devam sorusu olarak fantastik edebiyat yazara ve hatta okura bir kaçış sağlarken bir yandan da cesur olmak için geniş bir alan da açıyor. Anlattığın meseleler için fantastik dünyanın sınırları sana ne hissettiriyor, yeterli geliyor mu?
Fantastik edebiyat elbette sınırsız bir özgürlük demek ama benim ilgimi çeken bu sınırsızlık değil çünkü zorlamak istediğim sınırlar hayal gücünün sınırları değil. Bu hayal gücünün sınırları içinde yapılabilecekler ve yaratılabilecek yeni alanlar, ifade bulmamış karakterlere, durumlara ve öykülere yer açmak beni heyecanlandırıyor. Alper Canıgüz’ün Gizli Ajans’ından Semra Topal’ın Kirli Hanımlar’ına, hatta Mehmet Murat Somer’in Hop Çiki Yaya serisine fantastik ya da norm dışı öğelerin klasik değil oyuncu ve yaratıcı biçimlerde kullanılması bence büyüleyici. Dolayısıyla bir eserin ne kadar fantastik olduğundan ziyade fantazyayı nasıl kullandığı beni ilgilendiriyor. Cin, peri, Osmanlı, vampir, boyuttan boyuta atlamalar, kahve falları, madamın iğne oyası dantelleri, bütün bunların hep birlikte aynı anda üzerime boca edilmesinden hoşlanmıyorum aslında. James Hakan Dedeoğlu’nun Olağanüstü Sıradışı ve Mükemmel’i, Afşin Kum’un Sıcak Kafa’sı gibi fantazyayı amaç değil araç olarak kullanan işleri daha çok beğeniyorum.
Her iki romanında da önemsediğim ve okurken beni ziyadesiyle mutlu eden taraflarının başında homurdanmıyor, şikâyet etmiyor olman geliyor. Neşeli yazıyorsun, her karakterinin kendine özgü, ayrı sesi var, yazarın sesi kahramanların sesine karışmıyor ve her birine birbirinden farklı bir neşe, mizah, eğlence hali atamayı başarıyorsun. Neşeli yazmak, mizahı yazınında kullanmak deneyiminden ve isyanı mizahla şekillendirmekten bahset isterim.
Bizim memlekette, bizim gezegende, bizim çağda homurdanmaktan kolay ne var? Ama içinde yas, ölüm, acı ne olursa olsun her konunun üzerimize betondan bir fil oturtmak ya da her gün gelip ciğerimizi sökmek yerine yaşama sevincimizi, canlılığımızı, vahşi ruhumuzu tetikleyecek şekilde yazılabileceğine inanıyorum. Nietzsche’nin dediği gibi, “Gerçeklikten ölmemek için sanatımız var.” Bizim edebiyatımızın karamsar ve acılardan beslenen bir yanı var, evet. Çile ve karamsarlık bir hassasiyet ve onur nişanına dönüştü. Oysa bizim söğüt dalına yuva yapan mandalarımız, padişahlara kafa tutan Keloğlan’ımız, aynı anda hem güldüren hem sıcacık sevgi bağları kuran hem de toplumcu gerçekçi konuları ciğer sökmeksizin anlatan bir Yeşilçam geleneğimiz var. Ama edebiyatın ciddi ve ağır olması gerektiğine dair yerleşik bir saplantıdan kurtulamıyoruz.
Özellikle kadın yazarlar kendilerine ayrılan köşede ezilen kadın, mağdur kadın karakterlerinin ötesinde farklı bir şeyler yapmaya çalıştıklarında yayıncılık dünyasında kolayca yer bulamıyorlar çünkü henüz öyle bir kategori yok. Canlı, neşeli ve pozitif olmak hafif ve değersiz bulunuyor. “Hafif” kelimesini hâlâ negatif algılıyoruz oysa hafiflemeye ve gevşemeye ihtiyacımız bence çok net. Evet Türkiye bir travma ülkesi ama travmanın karşı köşesinde ciddiyet ve acının ifadesi yok, huzur ve güvenlik yok. Aksine, yaşama sevinci, çocuksu neşe, patlayıcı mizah ve hepsinden önemlisi “oyun” var. Huizinga’nın ifadesiyle “homo ludens” yani oyun oynayan insan. Hâkim Bey’in ifadesiyle “Temporary Autonomous Zone” yani “Geçici Bağımsız Alan”. Örneğin Gezi geçici bir bağımsız alan olarak oyuncu bir zihnin eseriydi ama oyun bizim için hâlâ lüks ve uzak bir kavram. Şımarıklık, gerçeklikten kopukluk gibi çağrışımları var… Travmalar silsilesiyle öyle bir seri bombardıman altındayız ki başımızı kaldırıp bu çerçevenin dışını göremiyoruz bile. Görmek ayıp geliyor. Yaşanmış acıları yok saymakla bir sayılıyor çünkü toplumsal yas bitmek bilmiyor. Oysa oyun oynamaya, nefes almaya, dans etmeye ihtiyacımız var. Emma Goldman’ın dediği gibi, “Dans edemeyeceğim devrim, devrim değildir.” 2024 yılında devrim anlayışımızı sorgulamaya, dans edilebilir devrimlere ihtiyacımız var. Her Şey Dans Ediyor’un temel meselesi de bu aslında.
Peki çevirmenliğin yazarlığını nasıl besliyor? Aynı zamanda kitap değerlendirmeleri de yazıyorsun, romanını yazarken metinlerle kurduğun bu ilişkiler ne kadar besledi romancılığını?
Çeviri edebiyat okuyarak büyüdüm diyebilirim ve bu beslenme rejimi yazarlığımı mutlaka etkilemiştir. Bir de ilk romanımı yazmadan önce Tom Robbins’in en sevdiğim kitabı Kovboy Kızlar da Hüzünlenir’i çevirme fırsatım olmuştu. Kitap çevirmek yazarın üretim sürecindeki adımlarını yüksek farkındalıkla takip ettiğiniz bir hac yolculuğu ve aynı zamanda bir tür otopsi gibi. Bir romanı kelime kelime çevirip tamamlamanın romancılığıma katkısı büyük olmuştur, diye düşünüyorum.
Makalelere gelecek olursak, edebiyat ve sinema üzerine incelemeler yazıyorum ve bazen bunlar iç içe geçiyor. Zaman zaman müzik, popüler kültür, yaşam ve diğer sanat dalları da işin içine giriyor, dolayısıyla bunlara kültür okumaları diyebiliriz. Eserler, konular, durumlar ve insani haller arasında bağlantılar kurmak beni heyecanlandırıyor ve bunda şiirsel bir haz var. Tabii bu araştırmalar benim o dönemde demlemekte, pişirmekte ya da yazmakta olduğum romanı da besliyor. Örneğin K24’te son beş-altı yılda yazdığım yazıları bir araya getirsek hepsinin Her Şey Dans Ediyor’a bağlandığını, onu beslediğini rahatlıkla görebiliriz. Bu da roman yazmanın insanın hayatını nasıl da ele geçiren, psikopatça bir süreç olduğunu sanırım gözler önüne seriyor.
Upmarket fiction meselesini odağına alan önemli bir yazı yazdın. Okur dostu olmaktan, okunur olurken “ciddi meseleler”den kaçmamaktan, bir direnme yöntemi, aracı olarak edebiyatı kullanmaktan söz et isterim. Her Şey Dans Ediyor sence bir upmarket fiction örneği mi?
Upmarket fiction en kaba tabirle okur dostu iyi edebiyattır diyebilir miyiz? Bunu yaparken de edebi derinliğin yanında yapısal olarak bilimkurgu, polisiye, romans, macera gibi alttürlerden beslenir. Fakat bizim ülkemizde üslup ve atmosfer edebiyatının bugüne kadar hep öne çıktığını ve buna karşılık kurgunun hep geri planda kaldığını düşünüyorum. Belki bir çeviri edebiyat okuru olarak yetişmekten, belki aldığım sinema-TV eğitimlerinin etkisiyle hep kurguya önem veren, okur olarak beni bir maceraya çıkaran kitapları tercih ettim. İyi edebiyatla iyi kurgunun bir araya gelişi bence muhteşem ve çağımıza çok da yakışan bir karışım.
Her Şey Dans Ediyor’un güncel soruları ve şiirsel hassasiyetleri olan, edebiyat dokusuna sahip ama aynı zamanda kolay okunan, akıcı, okuru merakla bir maceranın sonuna kadar götüren bir kitap olmasını istedim. Aynı şekilde Arızanın Merkezine Seyahat için de arzum buydu. Upmarket fiction örneklerinin bir kısmı daha çok ticari kaygılara, bir kısmı da edebiyata daha yakın duruyor. Ben de kendimi bu edebiyat ağırlıklı tarafta bulmak ama sadece seçkin ya da sınırlı bir kitle tarafından felsefe sorunları çözer gibi bir gayretle değil, pek çok insanın katmanlarını kendine göre keşfedebileceği şekilde, kolayca ve zevkle okunmak isterim.
Cadılık, pole dans ve pavyon bu romanda bir arada. Postfeminist damarlar romanına nasıl sızdı?
Cinsel kimliklerin geniş kitlelerce sorgulandığı, feminizmin kitlesel bir yükseliş yaşarken aynı zamanda içinin boşaltıldığı, markaların feminizmi satış stratejisine dönüştürdüğü bir purple washing çağında yaşıyoruz. Ekolojik yıkım karşısında doğaya sığınan, maneviyat krizi karşısında spiritüel arayışları ayyuka çıkan günümüz insanı için de son derece güncel kavramlar bunlar. Tanrıçalar, cadılık, kadının cinselliği, iradesi, fiziksel ve manevi gücü… Kitapta tanrıça Hekate’ye tapan bir cadı klanı var ve bu klan bir pole stüdyosu etrafında toplanıyor. Burada kadınlar pole dansla fiziksel olarak güçleniyor, yozlaşmış bir toplumda bir dayanışma ve özgürlük alanı yaratıyor, tabuları kırarak kadın olmaya ve kadın bedenine dair keşiflerle dolu bir direniş ruhunu yaşatıyorlar. Pole dans tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de striptizle, seks işçileriyle özdeşleştirilen, kadın bedeni ve cinselliğinin erkeğe hizmet etmesi şeklinde yorumlanan bir alan. Geleneksel feminizm kadın bedeninin metalaştırılmasına karşıydı. Ancak günümüzün postfeminist yaklaşımı feminizmin kendi tabularını kırıp tüm bunların içinden yeniden doğması anlamına geliyor. Burada önemli olan insanın kendi bedenine ve hayatına dair kendi kararlarını vermesi, yani otonomi. Kadın hiçbir sebeple kendi cinselliğinden, seksi olma ve kadınlığını dilediği şekilde yaşama, ifade etme hakkından mahrum kalmak zorunda değil.
Kitaptaki pole dans stüdyosunun aynı zamanda tanrıça Hekate’ye tapan bir cadı klanı olduğunu söylemiştik. Tanrıçacılık ve anaerkil kökler bu kitapta benim için önemli bir ilham kaynağıydı. Hekate aslında Karya bölgesinin tanrıçası ve Yatağan’da bir tapınağı var. Çarpıcı bir üçlü ay sembolü var ki bu aynı zamanda genç kız, anne ve kocakarıyı yani kadının gençlik, olgunluk ve bilgelik çağını temsil ediyor. Kitaptaki şarkı temizleyici Özge, pole dansçı ve cadı klanı lideri Azya ve pavyon çalışanı Ebru da tıpkı ayın fazları gibi kadınlığa dair farklı evreleri temsil ediyorlar. Kadın olmanın, insan olmanın, dayanışmanın mükemmel bireylerle değil ancak birbirini tamamlayan bireylerle gerçekleşebileceğini hatırlatıyorlar bize.
Postfeminizmin geri alma meselesini önemsediğini biliyorum. Bir yazar olarak bu romanla sen neyi geri almayı amaçlıyorsun?
Çocukların sokakta oyun oynama hakkından çöpsüz bir sahilde sessizce vakit geçirebilme hakkına geri alınacak çok fazla şey var ama biz maalesef daha oralara gelemiyoruz, bu dertler bizim için lüks kaçıyor. Açlık, hukuksuzluk, basınsızlık, ekolojik yıkım ve ekonominin psikolojik bir kontrol stratejisine dönüşmesi karşısında zaten saat başı güncellenen bir şok ve travma silsilesi içinde yaşıyoruz. Oysa neşeyi, özgür ve canlı kalma mücadelesini bıraktığımız anda geriye uğrunda savaşılacak bir şey de kalmıyor. O yüzden gençler sokakları geri almak zorundalar, kadınlar bedenlerini, erkekler ruhlarını. Yazar olarak her iki romanımla geri almak istediklerim bunlar. Vahşi ruhlarımız, yaşama sevincimiz, birlikte direnme gücümüz, isyan ve umut.
Sırada ne var, neler üzerinde çalışıyorsun?
Son dönemde uzun zamandır birikmiş öykülerimi iki ayrı dosyada topladım, bunlar yakında gün yüzüne çıkabilir, diye düşünüyorum. Yine bu yakınlarda yas ve ölüm temalı bir tiyatro oyununu tamamladım. Çokça eklektik, biraz politik, her zamanki gibi oyuncu unsurlar içeren ama yürek söken bir metin oldu bu. İçinde yas da var dans da. Devrim türkülerinden psychedelic trance müziğe ve Padişah’ın Stormtrooper’larına ’80 kuşağının kültürel ve duygusal ayak izlerini, devrimci aile köklerini, nesiller arası aktarım ve geçişleri takip ettim.
Diğer yandan kurgu dışı bir kitap projesi üzerinde çalışıyorum. Aynı zamanda yeni bir romanın da tohumlarını attım, onunla ilgili fikirleri demleyerek şekillendirmeye çalışıyorum. Pandemi, yas ve yetişkin hayatının sorumluluklarına gömüldüğüm bu son yılların içinden ne çıkacağını ben de çok merak ediyorum doğrusu. İçinde Arıza’nın kitap dedektifini ya da Her Şey Dans Ediyor’un şarkı temizleyicisini aratmayacak yeni oyuncaklı fikirler ve elbette yine sıkıcı gerçeklikten bizi kurtaracak maceralı yolculuklar var ama şu kadarını söyleyeyim, ’90’lar Ankara’sını ve Yüksel Caddesi’ni ziyaret edeceğimiz kesin.