Son yıllarda şehir söz konusu olduğunda, azıcık mürekkep yalamış herkes bir şekilde sözü meydanlara getirir oldu. Belediye başkanlarının önde gelen projeleri arasında mutlaka bir meydan yer alıyor. Sokaktaki vatandaşın “bir şehirde olması gerekenler” listesinde meydanlar üst sıralara tırmanıyor. Devlet erkânının şehirdeki açılış konuşmalarının bir köşesine mutlaka meydanların önemine dair sözler iliştiriliyor. Ancak ortada çok ciddi bir sorun var. Yapılanlara bakıldığında, geçmişten bugüne kadar gelebilmiş meydana benzer yerlerin doldurulduğunu ya da yapılan müdahalelerde meydan vasfını yitirdiğini görüyoruz. “Meydan yapmak” amacıyla yola çıkanlar, ya mevcut meydanları kentlilerin hafızalarını yıkacak şekilde tanımsız boşluklara ve şehirdeki yaşamdan kopuk alanlara ya da şehrin dışında ve yeni yerleşim alanlarında hiçbir zaman bir meydan vasfı kazanamayacak yarı peyzaj düzenleme yarı zemin kaplama karışımı park benzeri yerlere çeviriyorlar.
Peki ne oldu da hem meydanların önemini anladık hem de var olanları nasıl yaşatacağımız, onlara nasıl doğru şekilde müdahale edebileceğimiz ya da yeni meydanları nasıl oluşturacağımız konusunda bu kadar çelişkili hareket edebiliyoruz? Cumhuriyet dönemi kent planlama ve şehircilik tarihimize baktığımızda meydanlarla ilgili çalışmaların kamuoyundan nasıl algılandığına dair bu durumun tarihsel köklerinin olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin kırdan kente göçün giderek hızlandığı 1960’lı yıllarda, İstanbul Beyazıt ve Taksim meydanlarında yapılan bazı düzenlemelerin gecikme gibi nedenlerle o günlerde de gazetelere haber olduğunu biliyoruz.
Aslında meydanlar söz konusu olduğunda Ankara’nın çok önemli bir laboratuvar işlevi üstlendiğini biliyoruz. Ankara başkent ilan edildikten sonra daha çok gereksinim duyulan temel kentsel altyapı çalışmalarını yürütebilmek için dönemin ilgili bakanlığı tarafından yaptırılan Lörcher Planı’yla başlayarak şehir için bir dizi meydan oluşturulması öngörüldü. Bu meydanlar dönemin şehircilik ve planlama anlayışının bir uzantısı olarak kentin gündelik yaşamında önemli alanlar olarak görüldü. Cumhuriyet’in erken dönemlerinde, Ankara nüfusu en fazla 40-50 binlerdeyken, buradaki devlet erkânı ve Ankaralıların bu meydanlara ilişkin ne düşündüklerini tam olarak kestiremiyoruz. Ancak 1950’li yıllara kadar geçen süreçte öngörülen meydanların farklı planlama çalışmalarında değiştirildiği, uygulamalarda müdahaleye uğradıkları biliniyor.
Cumhuriyet tarihi boyunca farklı kentlerde yapılması öngörülen meydanlar, ya tasarım sürecindeki karar değişiklikleri ya da uygulamadaki müdahalelerle meydan vasfını kaybediyor. Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında yapılan meydanlardan çok azı meydan vasfı ve tasarımıyla kalmış. Meydanların bu dönüşümünde önce tasarımcılar arasındaki bakış farklılıkları, daha sonra da kent yöneticilerinin siyasi kaygıları etkili olmuş gibi. Dünya tarihine bakıldığında bir meydanı meydan yapan nitelik ve boyutların her toplumun kendi tarihsel sürecinden beslenmekle birlikte ortak bazı noktalara da sahip olduğunu görüyoruz. Böylece bugünlerde yapılmaya çalışılan meydanlarda neyin eksik olduğunu tespit edebiliriz.
Meydanın gereklilikleri
“Zamansal” olarak bir meydan geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ilişki ve sürekliliği fiziksel yapı, işlevsellik, mevsimsel ve gündelik döngüler temelinde ifade edebilmelidir. Hükümetler, kendinden önceki yönetimin izlerini silme çabasıyla meydanların ismini değiştirirse bu sadece o meydanı eksiltir. Çünkü gerçek bir meydanın, zamansızlık ya da zamanın dışına çıkma hissini vermek gibi tuhaf bir karakteri vardır ve bu da geçen zaman tarafından oluşturulur.
“Doğal” olarak bir meydanın peyzajı kendi başına bir değerdir: Akustiği, atmosferi, gölgeleme ve yansıtması, görünümü, mikro kliması, denetim/mahremiyeti gibi birçok açıdan tarihsel süreklilikleri olmalıdır. Bu unsurları çoğunlukla meydanı tanımlayan yapılar belirler. Bir nevi meydan, kentin küçük bir negatif mikro kozmosudur, yapılandan çok kalanlar tarafından şekillendirilir.
“Grafik” açıdan bir meydan imaj, şekil, renk ve işaretleriyle kendine özgü bir ortam dili oluşturmalıdır. Dünyanın ünlü pek çok meydanında kimi zaman bir tabela, bir ağaç o meydanın tanımlayıcı unsuru haline geliverir. Hatta bu grafik dil, bilinçli bir şekilde oluşturulmamış bile olabilir. İnsanlar, açıkça tarif edilmeyen ancak yaşanarak öğrenilen bir oranlar sistemiyle bu grafik temsili kabullenirler.
“Mimari” açıdan meydanın fiziksel özelliklerini oluşturan unsurlar (binalar, yer kaplamaları, anıtlar vb.) onun tarihsel işlevini belirleyen ana kavramsal çatısıyla tutarlı olmalıdır. Meydanların sadece renkleri ya da malzemeleriyle farklılık gösteren bir zemin kaplaması olduğunu zannedenler büyük bir yanılgıya düşerler. Çünkü meydanı kullananlar, bu mimari yapıların sakinleri ve onların gündelik yaşam döngüleridir. Mimarinin yarattığı davranış ve döngülerden sızanlar ve taşanlar meydanı var ederler.
“Mekânsal” boyutta, meydanı oluşturan kent parçaları, sınırlar, izler, nirengiler ve düğüm noktaları meydanın tarihsel anlamlar dağarcığını zedelemeyecek bir açıklık ve yalınlıkla ifade edilmeli, korunmalıdır. Bir meydan çoğu zaman kentte hem bir başlangıç hem de nihayettir. Hem üçüncü boyuttaki iniş çıkışlar hem de meydanın içinde bulunduğu örüntülerin, desenlerin tekrarlı ya da biricik yapısı, bu mekânsal boyutu pekiştirir ya da söndürür.
“Psikolojik” olarak meydan estetik, eğlence, eğitim, kaçış ve daha birçok deneyimin yaşandığı bir sahne niteliğindedir ve bu sahnede farklı deneyimlerin nasıl bir dengede var olacakları, bu dengenin kentsel algıyı nasıl dönüştüreceği dikkatle ele alınmalıdır. Meydanlar aklımızdan çok duygularımızla okunan yerlerdir. Duygular edebiyata, medyaya ve öykülerin anlatıldığı her yere sirayet eder. Yani her meydanın bir psikolojik duruma karşılık geldiğini söyleyebiliriz.
“Fizyolojik” bakımdan meydan tüm duyuları belirgin anlam atfıyla uyaran bir kurguyu sunmalıdır. Meydan denince aklımıza etrafta tattığımız lezzetler, kokular ve seslerin gelmesi boşuna değildir. Kimi zaman Avrupa’nın kafeleri, kimi zaman Doğu’nun seyyar satıcıları ve sokak lezzetleri meydanların karakterini ortaya çıkarır.
“Evrensel” olarak meydan “herkes”indir. Her yaş gurubuna, engellilere, dezavantajlı toplum kesimlerine, tüm etnik ve dinî guruplara açık bir niteliğe sahip olmalıdır. Meydanlar her ülkede, her kentte vizesi ve pasaportu bulunmayan serbest bölgelerdir. Hatta, kendi kurallarını koyan, vatandaşları herkes olan yerlerdir.
“Sosyal” açıdan meydanlar kentsel bir atmosfere sahiptir. Festival, konser, protesto gibi planlı faaliyetlere, plansız karşılaşmalara, oturma, seyretme, yeme ve aylaklığa mekân olma niteliğini taşımalıdır. Meydan bizim bilmediğimiz var oluş biçimlerine alan açmalıdır.
“Kültürel” olarak meydanın “somut olmayan” bir sürekliliği olduğu söylenebilir. Her meydanın kendine özgü davranış biçimi, şarkısı, edebiyatı ve deneyimleme yolları bulunur. Meydana müdahale bu yapıya da müdahaledir. Sanki sürekli küçük nüanslarla yeniden kendini yazan bir kitabı durdurmaya çalışmak gibidir.
“Yeniden canlandırma” bir meydanın tarihsel ihtiyacı olabilir. Meydanın farklı boyutlarını bir cerrah hassasiyetiyle ele alarak onu daha zengin bir deneyim ve kamusal mekân haline getirmek önemli bir kentsel faaliyettir. Ancak bu tür bir müdahale birikim ve teknik kapasite gerektiren, kentin dağarcığında biriktirdiklerini gösteren bir turnusol kâğıdıdır.
“Dayanıklı ve sürdürülebilir” bir meydan anlayışı tasarımın kalbinde yer almalıdır. Meydan karşılık veren ve sorumlu bir yaklaşımla değişen koşullara cevap verebilen, müdahaleler karşısında kendini yenileyebilen ve farklı kuşaklara eşit tepki verebilen bir yer olmalıdır. Meydanlar güvenlik tehditleri gibi durumlar karşısında kendisini koruma ve sürdürme mekanizmalarına sahip olmalıdır. Dedelerin meydanı ile torunların meydanı kesişebilmelidir.
Meydan “hisler” demetidir. Dünyaca ünlü kamusal mekânlar olarak meydanlar özgün ve çekici bir yer hissi yaratır. Bu his yer, zaman, keşif ve merak duygularını bükerek kentin olağan akışında bir farklılık yaratır. Yazıya ya da söze gelmeyen bu his gizil bir güç gibi meydana ruhunu verir, her meydan farklı his izleri taşıyan parmak izi gibidir.
“Katılımcılık”, hem tasarımda hem sahiplenmede anahtar unsurdur. Tasarım ihtiyaçlarının belirlenmesinde kullanıcının ortak aklının gelişmesi, tasarım alternatiflerinin oluşturulup katılımcı bir süreçle olgunlaştırılmasında disiplinler arası yaklaşımın benimsenmesi bir meydanı kamusal alana dönüştürme potansiyeline sahip kendi başına yaşamsal bir kentsel faaliyettir. Bu sebeple kenti yönetenler meydanlara müdahalelerini kentliye sorarak gerçekleştirmelidir.
Meydanların “öykü”leri vardır. Bu öyküler meydanları üzerine inşa edildikleri kavramlarla birlikte anlamlı ve hatırlanır kılar. Öyküsü olmayan bir meydansa yaşayamaz.
Bu kavramlarla baktığımızda tarihsel süreçte bir meydanı yok etmek kadar, yapmak da zordur. Bunlar bir meydanı fiziksel olarak yapmanın mümkün ama kamusal olarak üretmenin zorluğuna da işaret ediyor. Meydanları her ne pahasına olursa olsun yayalaştırılması gereken tanımsız, bağlamsız boşluklar olarak tasarlamanın onları kamusal alan olmaktan uzaklaştıran yaklaşımlar olduğu görülmelidir. Uygulanan politikaların hoyratlığına rağmen kentlerimizin hâlâ öyküleri var. Bazılarında meydanların kamusal alana dönüşme potansiyeli de var. Ancak bu potansiyelin gerçeğe dönüşmesi ve bir kamusal mekânlar armonisinin kentlerimizde bestelenebilmesi için öncelikle yukarıda sayılan farklı boyutların katılımcı ve disiplinler arası bir yaklaşımla olgunlaştırıldığı bir tartışma ortamı gerek. Yeni ve gelişmiş teknolojiye dayalı malzemeleri kullanarak kentsel yüzeyler yaratmak mümkün ama kamusal mekânlar olarak meydanları oluşturmak zor.