Robin Yayla, ihtişamına aşina olduğumuz için görünmez hale gelen yapıları, dijital ile gerçekliği birleştirerek kurguladığı yeni dünyalara yerleştirerek tekrar görünür kılıyor. Sıra dışı olanın nasıl sıradanlaşabileceğini ortaya koyan iki boyutlu çizgileri, insanı hem şaşırtıyor hem güldürüyor. Çalışması, günlük hayatın koşuşturmacası içinde görülmeyen veya unutulan güzellikler hatırlatıyor. Fairmont’la gerçekleştirdiği özel proje vesilesiyle bir araya geldiğimiz Yayla’yla illüstrasyon kariyerinin başlangıcını, tıkandığı zamanlar çalışmaya nasıl dönebildiğini ve insanları güldürme isteğini konuştuk.
ELİF ONAY: Sanat pratiğinizde mekân fotoğrafları ile karakter ve/veya nesne çizimlerini buluşturuyor, bu sayede hep aynı şekilde görmeye alıştığımız yapıları birdenbire farklı bir bakış açısıyla öne çıkarıyorsunuz. Dünyayı böyle farklı görmeyi, ezberleri mizahla bozmayı neden önemli buluyorsunuz?
ROBİN YAYLA: Bu sorunun cevabı daha küçük yaşlarımdan geliyor. Çocukken karikatürlere ilgim vardı ve sürekli karikatür çizerdim. Aileme ve çevremdekilere büyük bir heyecanla yapmış olduğum karikatürleri gösterip merakla yüzlerindeki ifadeyi beklerdim. Yaptığım çalışmalarla insanları şaşırtmak aslında en büyük motivasyon kaynağım diyebilirim. Her gün Boğaz manzarasını veya Galata Kulesi’ni görürsek bir noktadan sonra bizim için sıradanlaşıyorlar. Bense bu sıradanlaşmaya karşı olarak onları bağlamlarından koparıp farklı kimliklerle insanların karşısına çıkarıyorum. Çalışmalarımla insanların yüzlerinde tebessüm oluşturmayı amaçlıyorum çünkü günümüzde en çok buna ihtiyacımız var.
Yapıları olduğundan fazlası olarak görme özelliği günlük hayatınızda da hep olan bir şey miydi yoksa bu bakış açısı sanatsal üretimleriniz ışığında mı gelişti? Bu çağrışımlarınız nelerden besleniyor?
İtalya’da sanatsal kimliğimi aradığım bir dönemden geçtim. Çizim yapmaktan çok keyif alıyordum ancak henüz bir kimlik bulamamıştım. Her yaptığım çalışma birbirinden çok farklı tarzlardaydı. Ancak gezip görmeyi, yeni şeyler keşfetmeyi ve mimari yapılara merakım olduğunu biliyordum. Yapıları ve nesneleri olduğundan farklı görme özelliğim çocukluktan geliyor. Hepimiz bir buluta bakıp onu başka bir şey olarak hayal etmişizdir. Çocukken bende bu hayal gücü biraz daha derindi sanırım. Kendi sanatsal kimliğimi aradığım o dönemde içgüdüsel olarak çocukken sahip olduğum farklı görme özelliğimi yeniden hatırladım. Ardından da bu özelliğimi görselleştirerek insanlar aktarmaya karar verdim.
Üç boyutlu gerçekliğe ait olanı iki boyutlu çizgilerle harmanlarken Spiderman, Hulk ve Simpsons gibi toplumsal hafızada özel yeri olan karakterleri kullanıyorsunuz. Bu karakterler kendi bağlamlarının dışına çıkınca sizin için neyi temsil ediyorlar? Bu karakterleri neye göre seçiyorsunuz?
Yaptığım çalışmalar benim iç dünyamı yansıtıyor. İzlediğim filmler ve okuduğum kitaplar çalışmalarımı çok besliyor. Bir mimari yapı veya nesne gördüğüm zaman, zihnimdeki film karakterinden veya sahnelerinden en uygun olanla eşleşiyor. O nedenle, özellikle şu karakteri resmedeyim gibi değil, o mimari yapıya en uygun karakteri resmetmeyi tercih ediyorum. Bu sayede mimari yapıyı yeniden yorumlarken, aynı zamanda da hepimizin bildiği o karakterleri de yeniden yorumlamış oluyorum.
Bu etkileyici yapıların ihtişamı, yaşadığımız internet çağındaki sınırsız imge üretimiyle sıradanlaşıyor. Çizimlerinizde bu yapıları yeni bağlamlarda sunarak kolektif hafızadaki yerini sağlamlaştırırken toplumsal odağı bu yapılara yöneltmek istediğiniz söylenebilir mi?
Bu da çalışmaları hazırlarken amaçlarımdan birisi. Her ne kadar ihtişamlı yapılar olsa da, her gün gördüğümüzde bizler için sıradanlaşıyorlar. O nedenle misyonlarımdan birisi de bu mimari yapıları daha görünür kılmak.
Dünya Sanat Günü kapsamında Fairmont’la yaptığınız çalışmada otel ve kendi görsel diliniz arasında nasıl bir köprü kurdunuz?
Bir illüstratör veya sanatçı olarak fikir bulma konusunda tıkandığım zamanlar oluyor tabii ki. Böyle zamanlarda genelde kafamı boşaltacak aktiviteler yaparım. Fairmont’la yapmış olduğumuz işbirliğinde bu süreci anlatan bir animasyon hazırladım. Fikir bulma konusunda tıkandığım veya çalışmaktan bunaldığım bir anda, şehrin içinde kolayca kaçabileceğim ve birçok aktiviteyle kafamı boşaltarak daha rahat çalışabileceğim Fairmont’taki bir günümü kendi görsel dilimle anlatmayı amaçladım. Fairmont ekibinin de bu çalışmayı hazırlarken beni tamamen özgür bırakması sonucunda ortaya beni fazlasıyla memnun eden bir iş çıktı.
Dünya çapında sembol haline gelmiş yapılara odaklanarak genelde dış dünyaya odaklı çalışıyorsunuz. Bu proje kapsamındaysa çalışmalarınızın genelinden farklı olarak odağınızı bir iç mekâna yönelttiniz. Bu değişiklik sizi nasıl bir yaratıcı yolculuğa çıkardı?
Kendimi kısıtlamayı sevmiyorum. Kendi sanat dilim çerçevesi içerisinde kaldığım sürece farklı şeyleri denemek hoşuma gidiyor. Fairmont’ta vakit geçirdiğim süre boyunca odamda veya otelin diğer alanlarında dikkatimi çeken ve yeniden yorumlamak isteyeceğim objelerle karşılaştım. Bu kimi zaman bir abajur, kimi zaman ise lobideki dev aydınlatma oldu.
Dışarıda içe yapılan bu yolculukta hangi temalar sizin için ön plana çıktı?
Etrafımı gözlemlemeyi severim. Kimi zaman bir nesneyi görür görmez fikir gözümde canlanır, kimi zaman ise o nesneyi inceledikten sonra fikri bulurum. Daha Fairmont’a girer girmez beni karşılayan dev aydınlatma ilk dikkatimi çeken detaydı. Ardından odada bulunan ve hazırlamış olduğum çalışmada da görebileceğiniz aydınlatma da ilk baktığımda bana bir çift gözü çağrıştırdı. Dışarıdaki havuzda da çalışmalarım için bana fikir veren birçok detay var. Bununla birlikte aslında sadece iç mekânda sınırlı kalmadım. Fairmont’un konumu nedeniyle şehre tepeden bakarak dışarıdan da kendime birçok malzeme çıkarabiliyorum. Fairmont’taki favori köşem ise odamın terası oldu. İstanbul manzarası eşliğinde, keyifli bir şekilde çalışmalarımı üretmeme olanak sağladı.