TikTok’ta son zamanlarda önüme çok sık düşen bir akım var. Kullanıcılar Google Haritalar’da bir ülkenin rasgele bir konumunu seçip yakınlaştırıyorlar ve “çirkin” bir yer gelene kadar buna devam ediyorlar. Yabancı kullanıcılar bizim etkileşimimizden büyülenmiş olmalı ki bu akımı sık sık Türkiye haritası üzerinde uyguluyorlar ve sonuç pek şaşırtıcı olmuyor: Bakir koylar, dağ köyleri, ormanlık alanlar derken “çirkin” bir yere hemen denk gelene sık rastlanmıyor.
İstanbul’un sanatın yoğunlaştığı merkezlerinde galeriler ve kent hafızası, dokusu peşinde dolandığımız Galeri Rotası’nın yenisinde, “rotanın dışında” kalan, bir günlük yürüyüşe sığdıramayacağımız mekânlardayız. Hepsini Google Haritalar’da işaretlediğimde Bebek’in yeşil sırtlarından Balat’ın renkli dokusuna, Maslak sanayi bölgesinin yeşille çevrili grisinden Boğaz manzarasına uzanan geniş bir çember ortaya çıkıyor. İstanbul’un Boğaz’ı içine alan bu bölgesini haritada açıp “kötüsünü bulana kadar” oyunu oynasak birkaç gün sürer gibi hissediyorum. Önceki rotalardan da anlaşılacağı üzere, en olumsuz deneyimin içinden dahi bakışımızı güzelleştirecek detaylar çıkarabildiğimiz bir şehir burası. Bu “rota dışı” rotada da galeri mekânlarının konumlandığı bölgenin, yapının, sokağın güzelleştiren detaylarına odaklanıp, “güzelini bulana kadar” oyunu oynuyoruz.
Sakıp Sabancı Müzesi
Hâlâ bir Boğaziçi köyü olma özelliğini koruyan, 19. yüzyıl gravür ve resimlerinden izlediğimiz, sadece sanat değil edebiyata da yansıyan, bugüne kadar ulaşan bir kültürel miras olarak “Emirgan’da çay” kültürünün muhatabında, Emirgan’dayız. Attilâ İlhan’ın koyu bir semaverden acılaştığı bu köyde durağımız Sakıp Sabancı Müzesi. Müzenin hemen yanı başındaki Çınaraltı’nda bir çay içtikten sonra Atlı Köşk olarak da anılan yapıya giriyoruz. İtalyan mimar Edoardo De Nari’nin eseri olan köşk ikinci adını, bahçesinde yer alan ve heykeltıraş Louis Doumas’ın 1864 yapımı at heykelinden alıyor ve müze ziyaretçilerine ilk güzelliğini bahçesinde sunuyor. Bu bahçe aynı zamanda Uzakdoğu, Amerika, Avustralya, Kuzey Afrika ve Kafkasya bölgelerinden gelen, Türkiye’de nadir görülen bitkileri de içeren 115 bitki çeşidine ev sahipliği yapıyor.
1998’de Sakıp Sabancı’nın hat ve resim koleksiyonuyla beraber Sabancı ailesi tarafından Sakıp Sabancı Üniversitesi’ne bağışlanan yapı, 2002’den bu yana müze olarak ziyarete açık. Müze, Sakıp Sabancı’nın Sultan II. Mahmud’un yazdığı bir levhayı satın alarak başladığı Kitap Sanatları ve Hat Koleksiyonu; Rafael Manas, Osman Hamdi Bey, İbrahim Çallı, Fikret Muallâ, Fausto Zonaro gibi Türk ressamların ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde İstanbul’da çalışmış yabancı sanatçıların eserlerinin yer aldığı Resim ve Heykel Koleksiyonu; Sabancı ailesinin yaşadığı haliyle korunan odalarda sergilenen Dekoratif Eserler ve bahçede yer alan 22 taş eserden oluşan Arkeolojik Eserler olmak üzere dört farklı koleksiyona sahip. Zengin koleksiyonunun yanı sıra geçici sergileri, konservasyon birimleri, eğitim programları, konser, konferans ve seminer etkinlikleriyle çok yönlü bir müze deneyimi sunmayı vaat ediyor.
Müzeyi gezdikten, İbrahim Çallı’nın “Emirgan Çay Bahçesi” eserini görüp bahçesinde turladıktan sonra Emirgan Korusu’na gidiyor, Lale Müzesi’ne uğruyoruz. Ardından sahil boyunca bir yürüyüş tutturup Emirgan yalılarının güzelliğinden büyüleniyor ve Borusan Holding’e ev sahipliği yapan Perili Köşk’ün başka bir diyardan gelip Boğaziçi’ne tünemiş bir masal kuşu gibi bizi tepeden izleyişine ürperiyoruz. Boğaziçi’nin dünyada bir eşi olmayan manzarasının da rahatlığıyla güzel olanı pekiştirdiğimiz bir gün oluyor.
ISTANBUL’74
İstanbul’da sanatın dünyaya açıldığı üç katlı ahşap bir yapıda konumlanan ISTANBUL’74, bir başka durağımız. Bebek sahilinde Boğaz havası alarak bir yürüyüş yaptıktan sonra Küçük Bebek Caddesi’ne sapıyor ve sıra sıra dizilmiş ahşap evlerin seyir zevkini artırdığı bir yürüyüş sonrası ISTANBUL’74’e varıyoruz.
Burası 2009’da Demet Müftüoğlu-Eşeli ve Alphan Eşeli tarafından İstanbul ile yurtdışı kültür-sanat dünyası arasındaki ilişkileri güçlendirmek maksadıyla bir kültür-sanat platformu olarak kuruldu. İstanbul’da Clubhouse Bebek’te konumlanan galerisinde ve dünyanın farklı yerlerinde sergiler düzenleyen platform, 2010’da IST. FESTIVAL isimli üç günlük bir kültür sanat festivalini de düzenledi. ISTANBUL’74 aynı zamanda hem bir sanat galerisi hem de bir tasarım stüdyosu, ESCAPE dergisi ve podcast serisiyle yayıncı da olmanın yanı sıra misafir sanatçı programıyla ve New York’taki mekânıyla sınırları zorlayan, sanatı teşvik eden bir platform.
Buradan çıktıktan sonra, isminde “Bebek” geçen birkaç sokağı geçerek Galeri Kambur’un Arnavutköy’den sonra açtığı ikinci sergi mekânına uğrayabilir, yerleşik ve genç sanatçıların eserleriyle tanışabilirsiniz.
Pg Art Gallery
Yüksek tavanlı, ferah, geniş, bilmecesiz, sade… Bir galeri mekânı için sanayideki dükkânlar kadar iyi seçenek az bulunur. Biz de bu sefer sadece iyi yemek için değil, Pg Art Gallery’yi görmek için Atatürk Oto Sanayi’nin göbeğindeyiz.
Pırıl Güleşçi Arıkonmaz’ın 1993’te Bebek’te başladığı Pg Art Gallery macerası 90’lar ve 2000’lerde bugün ismini birçoğumuzun bildiği yetkin sanatçıların ilk eserlerini sergileyerek devam etti, galeri 2010’da merkeze yakın olmak için Tophane’ye taşındı. Türkiye’nin sanat ortamındaki değişim ve yeniliklerle beraber şekillenen galerinin tarihi, genç sanatçıları desteklemek ve uluslararası fuarlara katılmak gibi gelişmelere sahne oldu. Günceli yakalayarak 30 yıldır varlığını sürdüren galeri, 2018’de Maslak’taki mekânında Pg Pop-Up’ı açtı, pandemi döneminde çevrimiçi sergi platformunu kurdu, 2021’de tamamen Sanayi’ye taşındı.
Türkiye’nin en eski çağdaş sanat galerilerinden Pg Art’ı sürdürülebilir kılan yaklaşımlardan biri güncel olana ayak uydurmak ve hep yeni sanatçıların peşinde olmaksa, bir diğeri günceli yaratanlardan olmak denilebilir. Nitekim pandeminin etkilerinin hâlâ hissedildiği bir dönemde bir sanayi sitesinin ortasına taşınmak, sanat mekânlarına yönelik geleneksel ve alışılmış algıları kırmada rol oynamak anlamına geliyor.
Alışık olmayanlarımız için bir oto sanayide dolanmak farklı bir tecrübe. Daha önce saha çalışması için farklı şehirlerde farklı sanayi bölgelerini ziyaret etmiş biri olarak alışılmış konfor alanlarının dışına çıkmanın verdiği bir nebze özgürlük hissini hâlâ garipsiyorum. Şehrin içinde bize ait olmayan mekânların bilhassa sanat yoluyla hayatımıza girmesi bence bir açıdan gerçekten özgürleştirici bir yana sahip.
Pg Art Gallery’den çıkınca komşuculuk oynuyor, sanat yolculuğumuza gastronomi sosu katmak için bir sokak ötedeki SANAYI313’e uğruyoruz. İç mimar Enis Karavil ve girişimci Amir Karavil’in kurduğu kolektifin mekânı tasarım stüdyosu, açık kantin ve mağaza bölümlerinden oluşuyor. Gerçek ve farklı tatlar sunan SANAYI313 aynı zamanda detayların detay olmadığı, gözünüzün baktığınız yerde kalacağı ve bir süre sadece izleyeceğiniz bir dekorasyona da sahip. Tevekkeli değil, Enis Karavil çoktan dünyaya açıldı ve yılın iç mimarı ödüllerini rafına dizmeye devam ediyor.
Summart
İstanbul’un en yeşil bölgesinde, sanayiden çok da uzaklaşmadan bir durağımız daha var: Summart. Görsel sanatlar, performans sanatları alanlarında üretim yapan sanatçılar ve müzisyenler için bir buluşma noktası olan Summart, genç sanatçılara destek olma amacıyla kurulan bağımsız ve kâr amacı gütmeyen bir girişim.
Yıl boyu sergilere, performanslara, oyunlara, sunum ve sempozyumlara sahne olan merkez ulusal ve uluslararası çapta yaptığı işbirlikleri ve yaratıcı projelerle sanat alanını dinamik ve etkileşimli tutmaya gayret ediyor.
Summart aynı zamanda merkezin kurucusu da olan Mete Bora’nın özel koleksiyonuna da ev sahipliği yapıyor. Mete Bora Koleksiyonu figür ağırlıklı tuvaller, heykeller ve genç sanatçıların eserlerinden oluşuyor. Mete Bora hayatta değil ancak miras bıraktığı koleksiyon ailesi tarafından genişletilmeye devam ediyor. XL isminde bir alt koleksiyonda ise büyük boy çalışmalar bir araya getiriliyor.
İş Sanat Kibele Sanat Galerisi
Büyükdere Caddesi’ni takip ederek İstanbul’un eski sanat galerilerinden İş Sanat Kibele Sanat Galerisi’ne varıyoruz. 2011’de kurulan galeri ismini heykeltıraş Mehmet Aksoy’un İş Kuleleri içerisinde yer alan “Kibele Çeşmesi” heykelinden alıyor. Mehmet Aksoy’un çeşitli Kibele figürlerinden biri olan bu heykel, bereket tanrıçasını suyla birleştiriyor ve İş Kuleleri’nin bahçesinde, cuma mesailerinin bitiminde gidilen bir toplanma mekânının simgesi haline geliyor. Ziyaretimizi aynı zamanda güzeli bulma oyununu kazandığımız bir karşılama merasimine dönüştürüyor.
Kibele Sanat Galerisi sanata ve sanatçıya destek vermek amacıyla Türk plastik sanatlar tarihinin önde gelen isimlerinin retrospektif sergilerine ev sahipliği yapıyor; kapsamlı sergi katalogları hazırlayarak sanat tarihi için bugünden geleceğe önemli kaynaklar bırakıyor.
Bozlu Art Project
Ankara’da çok sık görmeye alışık olduğumuz birinci ulusal mimarlık akımının İstanbul’daki bir örneği, Şişli sokaklarında aniden karşınıza çıkabilecek Mongeri Binası. Ruşen Sadıkoğlu ve ailesi için 1925’te mimar Giulio Mongeri tarafından tasarlanan yapı, 2013’ten bu yana Bozlu Art Project’e ev sahipliği yapıyor.
Dış cephe renginin çinilerle muazzam bir tezat oluşturduğu, kubbeli kulesi ve mermer merdivenleriyle etkileyiciliğini artıran yapı, Ankara’yı bilenleri payitaht şehrinden Cumhuriyet’in ilk yıllarına götürüveriyor, içine girince ise Bozlu Art Project’in yarattığı dünya bambaşka.
Hem sanatsal hem de sergileme pratikleri açısından mevcut bakış açısına farklı yorumlar getirmek amacıyla kurulan Bozlu Art Project, birlikte çalıştığı sanatçıların görünürlüklerini artırmak ve sanatın geniş kitlelere ulaşmasına katkı sunmak için çalışıyor. Aynı zamanda Bozlu Sanat Yayınları adı altında kitaplar yayımlıyor, gerçekleştirdiği sergilere paralel etkinlikler düzenliyor ve bu muhteşem binayı sanatçılar ve sanatseverler için uğrak bir mekân haline getiriyor.
Buraya attığınız ilk adımda iki muhteşem duvar resmi tarafından karşılanacak, her odasında farklı bir dünyanın kapısını aralayacak, bir zamanlar burada yaşamış insanların gündelik yaşamlarını hayal edeceksiniz.
Sevil Dolmacı Sanat Galerisi
Abbasağa Parkı’nın yanı başında konumlanan Sevil Dolmacı Sanat Galerisi 2020 yılında sanat danışmanı Sevil Dolmacı tarafından farklı malzeme ve teknikteki sanatçıları bir araya getirmek amacıyla kuruldu. Dubai ve Yalıkavak’ta da mekânı olan galeri, yurtiçi ve yurtdışından sanatçılarla çalışıyor. 2021’de hayata geçirilen Misafir Sanatçı Programı’yla da Boğaz’a nazır Beyaz Köşk’te sanatçıları en az dört haftalık bir programla ağırlıyor; resim, seramik, performans, büyük ölçekli heykel gibi disiplinleri denemeye teşvik ediyor.
Galeri, 1900’lerin ilk yarısında inşa edilen eski bir Osmanlı köşkü Villa İpranosyan’da yer alıyor. İkinci derece tarihî eser statüsündeki yapı, içerisindeki duvar resimleri ve tavan süslemeleriyle galeri ziyaretini başka türlü bir şenliğe de çeviriyor. Süreli sergiyi izlerken, duvarlarda ve tavanda kalıcı bir sergi de devam ediyor.
Bir zamanlar burada yaşayan İpranosyan ailesinin peşine düşüyoruz. Sevil Dolmacı bir röportajında Amasyalı Ermeni ailenin üretim ve ticaretle uğraştığını, İstanbul’da mağazalar işlettiğini ve akıbetinin bilinmediğini aktarıyor. Bu hüzünlü binanın bugün bir sanat merkezi olmasına bir nebze olsun memnun oluyoruz.
THE PILL
Kiliseler, antikacılar, kahve dükkânları, bakkallar, eski ahşap evler, daracık sokaklar, akşam mezatlarından yükselen sesleriyle Balat’tayız. Son yıllarda artan ilgi ve sürekli geçirdiği dönüşüme rağmen mahalle hissinin hâlâ tamamen yok olmadığı, sokaklarında bisikletli çocukların sesinin çınladığı Balat’ın neşesine ortak olmamak zor. Sahil şeridi boyunca bitişik nizamda dizilen yapılarıyla İstanbul keşmekeşini dışarıda bırakıp geleni huzurla kucaklayan bu kadim semtte durağımız THE PILL.
Eski bir jeneratör fabrikasını sürekli dönüşen ve değişen bir dinamikle kullanan THE PILL, 2016 yılında Suela J. Cennet tarafından kuruldu. Yerinden edilme, diaspora, feminizm ve queer estetiğine odaklanan galeri yükselen sanatçıların yanı sıra uluslararası tanınmış sanatçılarla da çalışıyor. İzleyicisini şaşırtmayı ve onlara yeni keşifler yaptırmayı seven galeri, Balat’ın sürprizlerle dolu sokaklarında eski bir fabrikada karşınıza çıkarak bu sürprizlerden ilkini sunuyor. Alice’in harikalar diyarına inmesi gibi, THE PILL de ziyaretçisini kendi zihninin içinde keşif dolu bir yolculuğa sürüklüyor.
Eski bir jeneratör fabrikası, sanayide bir atölye, plazaların arasında bir çeşme, eski bir Ermeni evi, dokusunu bozmadan ayakta kalmaya çalışan semtler, Boğaz’ın şehrin ışıklarını kıpırdatan manzarası, arnavutkaldırımları, eski ağaçlar, ahşap evler… Hepsi birleşiyor ve İstanbul’da karşılaşılan türlü çirkinlikleri silen dev bir silgiye dönüşüyorlar zihnimizde. Şehir, “güzel”ini bulmak isteyenin çaba sarf etmesine fırsat bile tanımadan önüne seriyor.