Son yıllarda tiyatroya olan ilgi her anlamda bir hayli arttı; sadece izleyicilerin değil, oyuncuların, yazarların ve yönetmenlerin de. Eskisinden çok daha fazla oyuncu TV dizileriyle yetinmektense sahnede görünmek istiyor. Bir dönem neredeyse hiç oyun yazarımız yokken şimdi sayıları sevindirici bir şekilde yükseldi ve içlerinden ustalık mertebesine çıkan çok isim var. Keza benzerini yönetmenler için de söylemek mümkün. Yine de bazı oyun türlerinin umduğumuz kadar sahnelenmediğini ya da sahnelense bile istenen seviyede olmadığını söyleyebiliriz. Bu anlamda Hamiyet benzerlerine az rastladığımız türden bir proje. Bugüne kadar bir rock grubunun müzikal oyununu görmüş müydük, anımsamıyorum doğrusu. 30 yılı aşkın bir süredir müzik yapan Peyk’in solisti İrfan Alış’ın kendi hayatından damıttığı bir oyun olan Hamiyet, yer yer coşkulu bir konsere, yer yer duyguların şaha kalktığı bir mitinge ve alabildiğine hüzünlü bir kadın hikâyesine dönüşüyor. Aslı İnandık’ın hikâyenin merkezindeki Hamiyet karakterini ustalıkla canlandırdığı, yönetmenliğini Işıl Kasapoğlu’nun yaptığı, metnini ise Deniz Madanoğlu’nun kaleme aldığı Hamiyet’i ve perde arkasında yaşananları en yetkili ağızdan, İrfan Alış’tan dinledik.
EMRAH KOLUKISA: Hamiyet senin geçmişinden gelen, gerçekten yaşamış biri, onu biliyoruz. Yine de bu karakterin bir oyun kişisine dönüşmesi sürecini merak ediyorum. Nasıl başladı her şey?
İRFAN ALIŞ: Benim Hamiyet’i hayatımda en son gördüğüm yıllar 1982-1983 yıllarıdır herhalde, tam hatırlamıyorum. Son gördüğümde Hamiyet artık münzevi bir kadındı, çok kirliydi, iyice yaşlanmıştı. Ama bizim aslında Hamiyet’le tanışıklığımız daha eskidir, benim üç-dört yaşlarımdan beri bizim eve gelen bir figürdü. İlk başlarda Hamiyet’i bir öcü olarak görüyordum, tam anlamıyla benim kâbusumdu ve onu tekrar hatırlamam bir rüyayla oldu. Ben Hamiyet’i iki kere rüyamda gördüm. İlkinde, sabah kalktığımda, “Ne oldu bu kadına ya?” dedim, kayboldu yani. Böyle deyip ailemi, abimi, annemi aradım. “Hamiyet ne oldu?” dedim. Abim de içeriye seslendi, “Hamiyet vardı hani, ne oldu ya ona?” dedi. Annem, “Öldü,” dedi. “Nasıl öldü?” dedim, annem, “Kötü ölmüş ama bilmiyorum tam, sormam lazım,” dedi. Aslında onlar da unutmuştu. Hepimiz unutmuştuk Hamiyet’i. Sonra Hamiyet’le ilgili duygular geldi bana, geçmişe gittim. O gün, hiç unutmuyorum, 2018 yılının Kasım ayı, Facebook’a bir sayfa bir şey yazdım. O zamanlar bir şarkıyla ilgili ya da bir şeyle ilgili kayıt falan bulamadığımda Facebook’a yazılar yazıyordum, onlar benim not defterim gibi;çünkü geriye dönüp bulabiliyorum ya,o yüzden ne zaman yazıldığını da biliyorum. Oturdum ben Hamiyet röportajları yapmaya başladım, gizli gizli. Mesela annemle konuştuk. Nasıl oldu da öldü, ne yaptı, nereye gitti?
Sen tanıdığında kaç yaşlarındaydı Hamiyet?
40’lı yaşlarında olmalı. Genç kızlığını bilmiyorum. O yüzden onun geçmişini araştırmaya başladım o röportajla.Hamiyet’i tanıdığımda beni Hamiyet’le korkuturlardı. “Hamiyet’e veririz seni,” derledi. Yani Hamiyet öyle bir figürdü. Bana sarılmak istediğinde hep kaçardım. “Bu kadın niye geliyor?” diye arıza çıkarırdım. Öyle şerefsiz bir çocuktum yani…
Facebook’taki yazıyı merak ettim.
O yazı benim için Hamiyet’in başlangıcı. İlk Hamiyet’le ilgili not aldığım şey bu ve onu da yine böyle bir rüyanın ardından yazmıştım.Bu şarkı olacaktı aslında, tamamı 40-50 dakika. Başladık da hatta, beceremedim ama. Çünkü çok hüzünlü, yeni şeyler öğrendikçe daha da insanı karartan bir şeydi. Ruh durumum müsait değildi o zamanlar. Bir yerden sonra hüzün, hüzün, hüzün, hüzün… İyi hissetmediğim için şarkılar yarım yarım, parça parça… Özgür altyapılar yolladı, onların üstüne emprovize vokaller yaptım, sonra sözler aradım, parça parça şarkılar oldu. Hatta bunlardan bir tanesi oyundaki “Hamiyet” şarkısı, o sondaki, finaldeki şarkı. Sonra “Masumiyet” şarkısı, Aslı’nın söylediği… Ve Özgür’ün, oyunun sonlarında Hamiyet’in tiradı sırasında altta çalan müzik, ona mesela söz yazamadım. Aslında gerek yokmuş. Aslı o tiradı –“Fare Tiradı” diyoruz biz ona– söylediğinde,“İyi ki de yazmamışım,” dedim; çünkü o tirat onu bekliyormuş, muhteşem bir şey.
Oyunun yaratım sürecinde bu “Fare Tiradı”ndakine benzer beklenmedik şeyler oldu mu?
Her şey beklenmedik şeylerdi bizde.Hamiyet’te beklendik hiçbir şey olmadı (gülüyor). O kadar çok şey geldi ki başımıza Hamiyet’i yaparken. Korkunç bir süreçti, bunun filmi yapılır yani, o kadar söyleyeyim. Hani hep derler ya:“Aa çok güzel geçti, çok keyifliydi.” Hayır, tam bir sürek avıydı bizimki; ama av bizdik, ne olduğunu bilmediğimiz bir sektöre girmiştik. Tiyatroya bulaşmıştık, bulaşmak demeyeyim, tiyatrocular bence bu ülkenin Don Quijote’leri. Deli onlar yani (gülüyor). Biz konser yapıyorduk, rahatmışız, çiftlikteymişiz yani. Bu kadar emek, bu kadar yoğunluk… Dedim:“Siz delisiniz, hepiniz delisiniz.” Biz bu şartlarda 30 yıl müzik yapsak ölürdük! Işıl Hoca, “Ben 180 oyun sahneye koydum,” dedi. Ben birinci oyunda su kaynattım (gülüyor).“Hocam hâlâ yaşıyor olmanız inanılmaz,” dedim. “180 oyun yapsam ben herhalde şu anda hastanelik olurdum. Yani akıl hastanesinde en sert hastaların olduğu koğuşta yaşıyor olurdum.”Neyi doğru yaptık bilmiyorum ama her şey çok doğru sonuçlandı.
Sonuçta içine sindi değil mi?
Hamiyet benim için muhteşem bir oyun. Yani yazanlar oluyor işte, şu şöyleydi, bu böyleydi, müzikler uzundu, şu kısaydı falan. Benim umurumda bile değil. Ben Hamiyet’i ağlamadan seyredemiyorum. Bence bir şey bir insanı ağlatıyorsa sorun yoktur. Bilmiyorum, tiyatrocu değilim, benim gittiğim ilk müzikal Hamiyet zaten. Gerçi içinde olmak gitmek olmuyor tam anlamıyla sanırım. Çok saçma…
Aslı İnandık’la nasıl bir araya geldiniz? Herhalde sen onunla oturup biraz konuştun, anlattın, değil mi?
Hayır (gülüyor). İlk önce ben senaristle başladım. Onu bulmaktı ilk iş, Deniz Madanoğlu. Deniz Madanoğlu, hani vardır ya böyle, piyasayı bilen, her şeyin farkında olan ama bizden biri. O piyasanın içinden biri değil. O yüzden o da bizim gibi, hepimiz biraz ruh hastasıyız, az ya da çok. Hatta yazarlar belki müzisyenlerden daha çok çünkü işleri çok zor. Deniz’den önce bir sürü yazarla konuştuk, ilk başta kendim yazar gibi oldum, sonra benim işim olmadığını anladım çünkü tekstimiz çok zayıftı. Nisanda başlamıştım, mayıs sonunda dedim ki:“Arkadaşlar size kötü bir haberim var, ben bunu yazamayacağım.” İki ay öyle gitti mi… E iyi de kasımda oyun oynanacak, mayıs sonunda daha tekste başlanmamış.
Şaka yapıyorsun!
Sıkı dur… Biriyle konuşuldu, ismi lazım değil, o bize hemen başlarız, şöyle yaparız, böyle yaparız dedi. Sonra bir sürü olaylar oldu, polemik yaratmayalım. Sonra Deniz’in sosyal medyadan beni takip ettiğini fark ettim. Ortak bir arkadaşımız var, Alp diye, onu aradım hemen ve sordum,“Deniz nasıl biridir, burnu büyük biri midir?” falan diye.“Çok iyi biridir, ayrıca Peyk’e bayılır, çok iyi olursunuz birlikte,” deyince ben de aradım. Ama aylardan temmuz artık ve bizim kasımda oyunumuz var. O noktada Deniz olaya girdi ve biz neredeyse bütün bir gün röportaj yapar gibi konuştuk;benim hayatım, Hamiyet, Hamiyet’in çevresi, o örüntüyü anlatan bir röportaj gibi sorular sordu ve dedi ki:“Ben bunu size en geç 10 Eylül’de teslim ederim.” Sonra başka şeyler oldu o arada, ekip değişti falan ve sonunda biz oyuna on gün kala kendimizi yönetmensiz bir şekilde bulduk. Elimizdeki tekste geri dönüyoruz falan. İşte o arada Işıl Hoca gelip olaya daldı ve dedi ki:“Bu oyun on günde çıkar.” Oyunun genel provası ilk kez prömiyerden bir gün önce yapıldı ve ilk oynadığımız gün oyun baştan sona ikinci kez oynanmış oldu.
Manzara şöyle o zaman: Oyun İstanbul Tiyatro Festivali’ne yetişecek, son anda Işıl Kasapoğlu devreye giriyor ve zaten Işıl Hoca da festivalin küratörü…
Evet tam olarak öyle. Işıl Hoca yönetmenliğini açıklamadı zaten çünkü biz onun başına bela kaldık. “Hocam ya oyun patladı ya da sen bu oyunu çıkaracaksın,” dedim. “Yoksa ben İzmir’e gidiyorum ve gidersem de gidiş o gidiş, bir daha da işim olmaz yani. Ne tiyatrosu, tiyatronun kapısından geçmeyeceğim,” dedim. “Sabah gelin,” dedi hoca. Sabah gittik, bize,“Sağlık olsun çocuklar, iptal ettiğimizi açıklarız artık,” diyecek sanıyoruz. Dedi ki:“Oyunu bana bir oynayın.” Deniz Madanoğlu’nun yazdığı ilk tekste döndük ve başladık oynamaya. Ben müzikleri yapıyorum, acapella söylüyorum falan. Ve bir mucize oldu, sabah akşam çalışarak ertesi gün 11.00’de başlayıp sabah 5.00’e kadar provalarla… ve emprovize… Hoca,“Buraya müzik lazıııım,” diye bağırıyor mesela, ben emprovize giriyorum müziği…
Sen oyuncu olarak beklediğimin çok üstünde bir performans sergiledin. Peki Aslı senin kafandaki Hamiyet’e benziyor mu?
Aslı benim kafamdaki Hamiyet değildi, çok daha üstünü oldu. Fiziksel olarak zaten benzemesine imkân yok, Hamiyet benzersiz bir şeydi. Bir kere iriyarı bir kadındı. Bir de tabii ki Hamiyet şarkı söylemiyordu, Aslı söylüyor (gülüyor). Aslı bence oyuncu olarak kumaşı en iyilerden biri. Müziği bu kadar çabuk kavrayacak…Çok büyük efor yani. Peyk şarkılarını söylemek kolay değil çünkü. Zamanlamaları çok zordur. Aslı o işi çok iyi kotardı. İnsanlar aslında onun çok iyi bir müzisyen ve oyuncu olduğunu bilmiyorlar;pek öne çıkmamış o yönü. Ama oyunda bence tam bir Hamiyet. Çok çok iyi, yani o sondaki “Fare Tiradı”nda ben Aslı’ya bakmıyorum hiç, ağlatıyor beni çünkü. Hele alta da o müzik geliyor, Serdal’la biz karşılıklı ağlıyoruz. Böyle şeyler… Hamiyet tam böyle hardcore bir şey hikâyesi… Bir saçmalıklar silsilesi, sonunda da bir mucize.
Ama daha önemlisi şu bence:Hamiyet bir üçüncü sayfa haberi.Hamiyet meğer bu toplumun her sokağında varmış, onu gördük. Ekipteki herkesin bir Hamiyet’i var kendi hayatında, ihtimal sizin de var bir Hamiyet’iniz, çevrenizde. Demek ki bu toplum milyonlarca Hamiyet yaratmış, bunun farkına vardık. İnanılmaz bir hikâye. Üzücü olan tarafı şu, demek ki bu toplum kadınları mahvetmiş. Bu anlamda da çok mutluyum çünkü biz yurtdışından bir hikâye anlatmıyoruz, bu ülkenin bir hikâyesini anlatıyoruz. 12 Eylül… Bu ülkenin kadını Hamiyet. Sıradan bir hikâyeden teatral bir edebiyat yarattık.
Bir daha böyle bir işe kalkışır mısın?
Eğer Işıl Kasapoğlu ve Deniz Madanoğlu da işin içindeyse hiç düşünmem, onlarla yaparım. Onlara hayır diyemem.
•Hamiyet 23 Mart’ta İzmir, Ahmet Adnan Saygun’da sergilendi. 30 Nisan’da İstanbul CKM’de, 8 Mayıs’ta ise Ankara, MEB Şura’da seyredilebilir.