Adı politik bir belirlemeyle, kaosa ve huzursuzluğa eşdeğer kavramsal bir anlam kazanmış Ortadoğu’da, bir zamanlar bu nitelikleri nispeten boşa çıkaran bir ülkenin varlığı mümkün olabilmiş gibiydi. Kolonyal güçlerin gölgesindeki Lübnan neredeyse tümüyle Arap ancak yarı yarıya Hıristiyan ile Müslüman bir nüfusa ve eşitlikçi sayılabilecek bir parlamentoya sahipti. Bu refah içindeki ülkede, İzmirli Hıristiyan Rum bir anne ile Osmanlı subayı Müslüman Arap bir babanın çocuğu olarak doğdu Etel Adnan. Fransız mandası döneminde Fransız okullarında eğitim aldı, anadili Fransızca oldu. Ne var ki İsrail ve Suriye’yle çizilen politik sınırlar dışarıdaki kaosun içeriye girmesini engelleyecek kudreti haiz değildi. Ülkeye yerleşen Filistinli mültecilerin sayısı arttıkça bölgedeki savaşın yayılım açısı da kolaylıkla bu küçük ülkeyi içine alacak açıklığı elde etti.
Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında 1975’te patlayan iç savaş –ya da Adnan’ın deyimiyle “nefret”– ardı arkası kesilmeyen katliamlarla, insan kaçırmalarla dolu ve birçok insanı yerinden eden bir süreci başlattı.O andan itibaren yazar için “alışıldık ya da olağan görülebilecek tek bir ses”in bile olmadığı kentinin sokaklarındaki bu savaş hali, tıpkı çevresindeki coğrafyada olduğu gibi ölümün kıyısında seyreden yeni bir yaşam biçiminin rutin dinamiği haline gelecekti.
Genç yaşta önce Paris’e, sonra Amerika’ya giderek ülkesinden uzakta bir hayat kuran Adnan, yazı dili olarak anadili Fransızcayı değil, İngilizceyi tercih etti önceleri. Lübnan’da Arapça eğitim olmadığı için Arapçayı hiçbir zaman okuryazar düzeyinde öğrenememiş, kendini ülkesinde bile sürgünde hissettiren Fransızcayla politik olarak mesafelenmişti. Resim yapmaya başladığında, kendi deyimiyle resim dili onun Arapçası oldu. Ülkesinin dağlarını, güneşini, çöllerini, fiziksel bir haritanın eğri sınırları gibi kontürledi.Beyrut’a dönmek için seçtiği zamandan (1972) üç yıl sonrasına denk geldi savaşın başladığı tarih (1975). Sitt Marie-Rose’u yazmasına neden olan, aynı adı taşıyan Hıristiyan kadının yine Hıristiyanlarca kaçırılarak öldürülmesi bu defa Beyrut’tan Paris’e geçişinden üç yıl sonra gerçekleşti (1978). Farklılıkların barış içinde bir aradalığını, tarihin bir ânında mümkün kılmış gibi görünen bu Arap yurdu, imkânlarının sınırlarını aşmıştı artık.
Sitt (Arapça “hanım”) Marie-Rose, Filistin direnişine destek veren, Filistinli bir Müslümana âşık, sınır nedir bilmeyen Lübnanlı bir Hıristiyan oluşunun yanı sıra kadın oluşuyla da kendi tarafının “öteki”ye olan nefretini daha yoğun olarak üzerine çeken bir ihanetle işaretlenmiştir. Dostluk, anlayış, sivil destekle sınırlı dayanışması hainliği için biçilen cezanın hududunu beriye çekmede bir rol oynamaz. Çünkü iki taraf için de mütekabil düşmanlıkla dolu savaşta “bütün gerçekler ölüm-kalım meselesine indirgenmiştir”. Roman karakterinin (Fuat) düşünce akışından aktırılan bu cümle, sadece öykünün değil, modern insanın tarihinin de ikiliklerle/karşıtlıklarla örülmüş karakteristiğini ortaya seren bir anlayışı açık eder. Uygar ile ilkelin, köylü ile kentlinin, modern ile köhnenin bir araya gelişi karşılıklı bir bakışı ve tanımayı içerir. Biri diğerinin önceli –ya da ardılı– gibi duran kültürel veçhelerin bu karşılaşmasında, ânı/şimdiyi aşan bir zamansallık mevcuttur. Şimdi, geçmiş ve gelecek arasında bakışım yaratan bir uzama dönüşmüştür.
Hıristiyan-Müslüman karşıtlığında yer alan örtük Doğulu-Batılı kimliği, Said’in oryantalizm kavramsallaştırması dolayımıyla görüş alanına giren, köklere ve ileriye doğru hareket eden iki ayrı kutup imgesi olarak belirir. Romandaki bir başka karakter olan Münir’in ifadesiyle,“Önceleri, perdede gördükleri yüzlere benzeyenler, Suriye, Irak’a, başka yerlere avlanmaya gidenler Avrupalılardı… Şimdiyse bu turistik ve askeri edevatla istediği yere gidenler, Hıristiyan ve çağdaşlaşmış Lübnanlılar”dır.Etnisitenin dinsel iki kutbunun soydaşlığı, sömürgeciliğin getirdiği çatışmalarla bölünmüş, yine sömürgeci-oryantalist söylemin evrensel bir kazancı olarak Hıristiyanlık, modern kimliğin öznesi pozisyonuna yerleşmiştir. Ne var ki kutbun geriyi/geçmişi işaret eden tarafında yer alan Doğulu Müslüman özne, sömürgecinin oryantalist kurgusundan muaf değildir: Homojen bir “Doğu” özü oluşturarak kendini, Batılı özneyi örtük bir biçimde imleyen açık bir referans noktası olarak sunmakla yükümlüdür. Berikinin (modern özne) kendinde gördüğü çağdaşlık yansıması, ötekinin bakışında “yoz” ve “sahte”dir. Böylelikle Batılıya hiyerarşik kimlik yapılanmasındaki pozisyonunu kazandıran farkı ortaya çıkarmak üzere kendini ondan ayıran yanını radikalleştirir ve onu dinsel köklerine yönelten bir kimlikle bütünleşir. Nihayetinde,“Batı ile Doğu arasındaki ayrım Doğu’nun işaretlenişi, damgalanışıdır… Batılılaşma/modernleşme hareketi, ister istemez, öznelerini Batılılaştırdığı kadar Doğulaştırmaya ve modernleştirdiği kadar gelenekselleştirmeye de mahkûmdur” (Mahmut Mutman, “Oryantalizmin Gölgesi Altında: Batı’ya Karşı İslam”, Oryantalizm Hegemonya ve Kültürel Fark, İletişim Yayınları). Diğer yandan Batı, bir misyonerlik yüklenmişse eğer, onun misyonu tarihsel olarak eskiyi/geçmişi işaret eden bir dinî öğretinin değil, yeniyle özdeş, yüzü her zaman geleceğe dönük modern bir uygarlığın nüveleriyle kurulmuştur. O, tam olarak, suretini kendinin çizdiği Doğu’nun olmadığı’dır.
Hıristiyan bir kadın olarak Sitt Marie-Rose, post-kolonyal oryantalist literatürün açık ettiği bu söylemin kurucu yapısını oluşturan özne pozisyonunda bedenlenmiş ancak avantajlı pozisyonunu reddederek bu yapılanmayı gören ve bozan bir konuma geçmiştir. Çatışmanın doğurduğu olağanüstü hal onun zaten baş aşağı duran hayatının olağan akışına müdahale edemez. Kadınların yıkımla dolu sokakları hepten terk ettiği bir zamanda sınırın diğer tarafına geçmekten, savaş öncesi yüklendiği görevleri yerine getirmekten vazgeçmez. Kimlik hiyerarşisindeki bozulmaya karşın –terk ettiği konumun özüyle donanmasından değil ama–kimlikler üstü bakış açısına erişimi olan yeni bir pozisyon üretmesinden gelen bir kudret kazanmıştır. Eskiden sınıf arkadaşı, komşusu olarak bildiği, onu kaçıran sıradan dört adam, iç savaşla birlikte falanjist militanlara dönüşmüş olsalar da kadın üzerinde bir iktidar kuramazlar. Onları kendi aralarında eşitleyen ve ancak savaş zemininde belirginleşebilen yeni kimlikleri, Marie-Rose’un çoktandır yerleşik olan bozguncu kimliğiyle alt edilir.
Bir tarafı birleştirirken diğer tarafla sınır çeken üst kimliklerin çatısı altındaki bulanıklaşmış benlik zaaflarını görünür hale getiren kitabın ikinci bölümünde dönüşümlü olarak verilen yedi kişinin bilinç akışı ve konuşmalarıdır. Bir aradalıklarını tesis eden ruhu besleyen bu benlik düşkünlükleri, üst kimliği en başından sorunlu minör hikâyelerin majör sunumu olarak bütünler. Diğer yandan kimlik yapılanmalarını aşan konumundaki Marie-Rose, Etel Adnan’ın söyleşilerinde de dile getirdiği gibi “sadece Yabancıya gerçek sevgi duyulabileceği”ni tekrarlayarak, uğruna savaşılan soydaşlığı, dindaşlığı, yoldaşlığı onlarsız boşa düşecek olan denklemden çıkararak geçersizleştirir. Bir odada yüz yüze kaldığı dört adamın tutundukları meziyetleriyle erişime geçebilecekleri tek şey ise, tıpkı mahşerin dört atlısı gibi, zamanın sonu, yani kıyamet olacaktır. Nitekim Etel Adnan da bu romandan iki yıl sonra Arap Kıyameti’ni yayımlar.
Üst bir kimliğin paydaşları olarak sergilenen ruh, bir kez daha kendi birliği için “iyilik”i yayma adına yola çıkmış, mitin her tekrarında olduğu gibi kötü olarak addettiği düşmanla çarpışmasından karşı tarafın kötüsü olarak çıkmıştır. Çarpışmanın asli amacı olan “iyilik” her defasında bir ideale dönüşürken mit kendini ancak kötücül olan üzerinden sürdürebilecektir.