Paris’ten trenle geldi.
Almanya’dayız. Batı Almanya.
Savaş galipleri, bir yerin hepsini alamazlarsa Afrika’da yaptıkları gibi aralarında paylaşırlar. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da işgal güçleri Almanya’yı Doğu-Batı diye bölmüştü. MarburgÜniverstesi’nde ders veriyordum.
Mehmet’i istasyonda karşıladım.
Kış günü. Sabah. Alnından ter akıyor. İki kolunun altındaki tuvalleri bana verdi, trene bindi, bir o kadar tuvalle tekrar perona indi.
O yıllarda şalvara merak salmıştı. Tuval, telaş, ter… Karizmatik kişiliğiyle dikkat çekiyor. Ben de bize bakıldıkça gurur duyuyor, bir ressamın yanında görülmekten kendime pay çıkarıyorum. Arka plan şöhreti. Onunsa kimse umurunda değil. İstasyonun çıkışında körler için yapılmış haritaya bakıyor, gözleri kapalı, üstünde parmaklarını dolaştırıyor. Yüzündeki ifade Paris’te kafeste kuş satan dükkânı gördüğünde, önündeki kaldırımdan diğerine geçerkenki gibi hüzünlü.
Taksiyle üniversite hocalarının lojmanına gidecekken tuvalleri bana bıraktı. Türkçe karşılığını tam bulamadığımız, adıyla da sırıtan süpermarkete girip akşam soframız için alışveriş yaptı, çifter çifter aldığı şaraplarla dışarı çıktı. O yıllarda, resim yapmadığında yerinde duramayışının yaratıcılığını yemek pişirmeye teksif ederdi. Kaç zamandır görüşmemiştik. Öpüşmek, sarılmak yok. Öyleydik. Birbirimizle değil ânın yaşattıklarıyla kucaklaşır, yolun yoluna koyulurduk.
Eve vardığımızda, Mehmet’in kendisinin çattığı titizlikle sarılmış tuvaller, paketlerinden çıkarıldı, korunsun diye verniklendi. Yer, yatak, sandalye, koltuk, Mehmet’in iki gün sonra kuzeyde,Lippstadt Müzesi’nde açacağı sergi için kurumaya koyuldu. İp atlayan, cambazlık yapan, bayrak taşıyan, kürek çeken, ok atan, yelken açan, ata binen figürleri, evde birbirleriyle köşe kapmacada.
Mehmet dar mutfakta oracıktan oracığa koşturmakta.
Gündüz lojman çamaşırhanesine gitme hazırlığında.
Sofra kurulmuş. Gecenin tanıklığına hazır.
Memo:
“Masada saatlerce suratına bakacak halim yok. Sofraya cinsi latif lazım.”
Bir aydır Marburg’dayım, tanıdığım yok. Cinsel ilişki perhizindeyim. Gündüzleri dersteyim. Akşam, ileride kapağında Mehmet’in resminden bir ayrıntının yer alacağı, Cehenneme Övgü adında kitap olacağını bilmediğim yazılar yazmaktayım. Sofrada bize eşlik etmek için Londra’dan gelen arkadaşım Richard’dan başka kimse yok.
Çamaşırhanedeyim.
Makinenin kapağının önünde, çamaşırın dönmesinin biteceğinin sıkıntılı beklentisinde, Mehmet’in sofraya siparişi, bir cinsi latif duruyor. Babasının ölümüne doğru son şiirlerinden birinde dediği gibi, “Gelsene,”dedim ona. Çamaşırlarını katlamasına el verdim mi,hatırlamıyorum.
Yemeğe geldiğinde Mehmet eline kolonya tuttu.
Sergiye gitmek için araba kiraladım.
BMW spor.
Almanya’da sürat tahdidi olmamasına uyum sağladım.
“Öleceğim!” diyor.“Öleceğiz!” diyor;
“Yeteri kadar resim yapmadık, yazı yazmadık mı?” diyorum.
“Sevip sevilmedik mi?Bundan sonrası tekrar,” derken arabada bulduğum porno teybinde çiftin inlemelerine Memo’nun bağrışları karışırken ölüm korkumla yavaşladım.
Lippstadt Müzesi.
Verniği kuruduktan sonra titizlikle paketlenen tuvallerdeki oynaşan figürler sergilenmek üzere müze duvarlarında yerlerini almak üzere. Mehmet heyecanlı. İlk büyük sergisi. Özel hayatını sergilermişçesine, resimlerini örten kâğıtları açmaktan tedirgin. Her zamanki gibi tuvallerinde adı yok. Bundan sonra ilk sergisi Ankara’daki Galeri Siyah Beyaz’da olacak ki, ona da Türkiye’ye gelemediğinden katılamayacak. Bir de Urart’ta Güllü Aybar’ın ilerideaçacağı sergiden başka, eserlerinin toplu gösterimi olmayacak. Mehmet resimlerinin çoğunu arkadaşlarına verecek.
Kâğıtlardan kurtulan resimleri Richard’la, bize gösterilen yerlere asıyor, laflıyoruz. Yanımıza bir adam dikildi. Resimlere bakıyor.
“Sergi için yolladığı fotoğrafları daha güzeldi,” dedi. Müze müdürüymüş.
Tercümanların arayı bozmamak için bazen başvurdukları kelimeleri yumuşatma taktiğini kullanmadım. Anlık bir tereddütten sonra müdürün Almanca söylediklerini Mehmet’e aynen tercüme ettim. Resimlerini sergilemesinin endişeli heyecanı bir anda yok oldu, sükûnetle bana baktı:
“Hadi paketleyin. Ona da söyle duvara fotoğraflarını assın.”
Richard için de müdürün sözlerini İngilizceye çevirirken adamın ona,“Ne güzel İngilizce konuşuyorsun,” demesiyle kendimi Shakespeare’in Yanlışlıklar Komedyası’nda oynar buldum. Bizimle Almanca konuştuğundan Alman sandığımız müdür Amerikalıymış. O da Richard’ı bizimle olduğundan Türk sanıyormuş. Acaba sergiyi kurtarmak için kıvırttı mı, bilemiyorum:Meğer paketleri açarken bana tersini, resimlerin fotoğraflarından güzel olduğunu söylemiş. Mehmet’in heyecanı sil baştan. Sarmaya başladığımız tuvalleri tekrar ambalajlarından çıkarmaya başladık.
Müze doldu. Açılış için gelenlere köpüklü şarap ikram edildi. Ziyaretçilerin konuşmalarının kakofonisi Mehmet’in birbiri ardına yaktığı filtresizGauloises sigaralarının dumanlarına yayıldı. Resimleri değil, babasının oğlunu görmek için sergiye gelen Türkiyeli birkaç siyasi mültecinin abes laflarına, alnından boşalan terleri silerken Mehmet tek tük bir şeyler söyledi.
Müdürün yanlış anlaşılmasının ikramiyesi oldu. Bizi telafi amacıyla müzenin mahzenlerinde dolaştırırken ülkelerin utandıkları tarihlerini nasıl gizlediklerinin çarpıcı bir örneğiyle karşılaştık. Nazi partisi, her totaliter rejimde olduğu gibi, uyum sağlayacak, otosansürle piyasada iş yapacakressam, heykeltıraş bulmakta zorluk çekmemiş. Mahzen Nazi dönemieserleriyle dolu. Mehmet’in, “Asıl bunları sergileseler, çoğumuz kendimizi görürdük,” demesi aklımda.
Mehmet Fransa’ya döndü.
Başka resimler, diziler yaptı. “Osmanlı Padişahları”, “Kuşlar”, “Arkadaş ve Mahkûm Portreleri”, “Oryantalistlerle Atışma”, “Feridüddin Attar”, Hayat dergisi kapaklarından portreler…
Güldüren, düşündüren, çarpıcı renk ve biçimleriyle hem şaşkınlık yaratan hem de bizi keyifli oyun ve bilmecelerin içine çağıran resimler. Lakin resimlere kelimeler yakıştırmak, yelkenliyle dolaşmak varken yelkenliden görünenleri anlatan bir kitabı okumaya benzer. Beterin beteriyse kelimelerle resimlere bakmaya çalışmak. Resimler kelimelerimizden özgürleştikçe canlanır. Resimler canlandıkça da biz özgürleşir, yepyeni dillerle Mehmet Hikmet gibi ressamların arasına katılırız.
Sergi kapandı. Lippstadt’ta resimleri topladım.
“Fransa’ya nasıl yollayacaksın, gelir alırım,” dedi.
Marburg’da bir süre daha kaldım.
O cinsi latifle aynı makinede çamaşırlarımız yıkandı.
Oğlumuz oldu.
“Resimleri oğluna ver, kötü resim göre göre iyisini anlar,” dedi.
Koca sergi evime taşındı.