Çağla Meknuze Kırant: Do Not Disturb’un birkaç yıl içinde bir Covid-19 dönem filmi olarak nitelendirilebileceğini düşünüyorum. Karantinada mı yazmaya başladınız?
Cem Yılmaz: Yok hayır, 2022’nin Ekim’inde çekmeye başladık, ondan bir sene geriye gelirsek, 2021’nin sonları oluyor. Dolayısıyla aslında karantinanın biraz sönümlendiği, artık isteyenin maske takıp takmadığı, öyle bir evre. Filmin geçtiği tarihi, daha sert, daha maskeli bir şeye çekeyim istedim. Biraz fiziksel olarak da hiçbir aktörün yüzünün görünmediği tuhaf hallere gidecekti… Ben de bazılarının takıp bazılarının takmadığı döneme denk getirdim. Ama pandemi filmde yalnızca, “Ya başımızdan böyle bir şey geçmişti,” izini bırakmak için. Bir de tabii pandeminin önemli sloganlarından biri, “Ya bu bana çok iyi geldi, ben o ara kendime bir döndüm,” lafı vardır ya… O da tabii pandeminin sloganlarından biri, böyle bir bağı var. Yoksa pandeminin başrolde oynamadığı ama unutulmaz tarihsel bir şey olarak, kod olarak…
Ç.M.K.: O nedenle dedim, bir dönem filmi olarak o açıdan da kalacak…
C.Y.: Evet, evet…İnşallah tekrar etmez, yine böyle dedikodular duyuyoruz bir pandemi daha gelecek diye ama bununla kalsa iyi olur.
Ç.M.K.: Her karakter ayrı ayrı değerli ve etkili olmuş. Sanırım buna dikkat etmişsiniz bir yönetmen olarak.Ve şunu fark ettim; karakterler aslında tezatlıklardan bedenlenmişler. Sizin bu filmdeki oyununuz diyebilir miyiz?
C.Y.: Yani evet… Hani bir laf vardır. “Toplasan bir adam etmiyor,” denir ya (kahkahalar). Böyle dağıtınca daha zevkli oluyor. Bu tabii birazcık antremanla da ilgili, bu kabiliyeti insan sonradan ediniyor. Daha doğrusu edinse iyi olur çünkü o zaman karakterlerinizin birdenbire, kendilerine ait olmayan lafları söylerken bulursunuz kendinizi. Dolayısıyla evet, “Bu lafı bu adam söyler, bu laf böyle bir kadının lafı,” diye zihninizde parçaladığınız şeyleri böyle bir hikâye örgüsünde paylaştırıyorsunuz, güzel bir ensemble oluyor. Bir de tabii aktörlerin kim olduğuyla ilgili.
Ç.M.K.: Oyuncular isimlerini kendileri seçmiş; yani senaryoyu okudunuz ve isim mi seçtiniz, nasıl oldu?
C.Y.: Herkesin perdede izlediği bir karakter Ayzek. Biz feribot filminde bu adamı izledik. Arkadaşlarımın çoğu bu karakteri tanıyor yani seviyorlar da… Dolayısıyla biz daha şey aşamasında görüşmeye başladık, “Bu adamla ilgili bir öykü buluyorum, bu minvalde geçecek, ben otelde çalışıyorum. Özge’cim oradaki nöbetçi eczacısın, Nil’cim sen de o yaşam gurusu kadınlardan birisin diye herkes bildiği için…” Onun adı zaten kendiliğinden, “Peri” sözler ve Nilperi zaten, çok uzağa gitmeden…
Nilperi Şahinkaya: Bir de Peri hani çok hayalî…
C.Y.: Bazen filmlerde bunlar bir amaç uğruna seçilir, bizde pek öyle değil. Benim mesela öyle bir lüksüm var ya; ben kendime, “Metin Arıcı diyorum,” ya, bu ayrıcalık bir tek bana ait olmasın diye… Sen de filmde sana nasıl hitap edilmesini istiyorsan öyle söyle diye teklif ettim. Herkes bir isim söyledi.
Ç.M.K.: Cem Yılmaz’ın seti nasıl? Hepimiz merak ediyoruz. Disiplinle eğlence arasındaki çizgiyi.
C.Y.: Bu hanımefendi başlasın.
N.Ş.: Cem Yılmaz’ın seti… yani Fikir Sanat ekibiyle çalışmak gerçekten bir ayrıcalık (gülüyor). Gerçekten oyuncunun konforunu düşünerek, her şeye çok özenerek çalışıyorlar. Kostüm, reji ekibi, saç, makyaj… ve çok az insan değişiyor ekipte, genelde aynı kişilerle çalışıyorlar. O yüzden her sete gittiğinizde kendinizi güvende hissediyorsunuz. Çok daha rahat iletişim kuruyorlar kendi aralarında; çünkü artık birbirlerine çok alışmışlar. Bir de herkes çok özenli çalıştığı için ve işinin en iyilerinden olduğu için siz de bir oyuncu olarak en özenli, en iyi şekilde oynamaya gayret ediyorsunuz.
Ç.M.K.: Öyleyse disiplin biraz öne geçiyor galiba.
N.Ş.: Tabii ki… Çalışırken büyük ciddiyetle çalışıyoruz ama arada goygoyumuzu yapıyoruz kesinlikle (gülüyorlar).
Ç.M.K.: Karakomik Filmler’le ilgili aslında biraz da gereğinden fazla konuşuldu. Bu defa çok seyirci çekmedi gibi…
C.Y.: Tabii manipülatif bir zamandı ama o…
Ç.M.K.: Fakat beni mutlu eden şu oldu; siz vazgeçmediniz ve çok daha derinlikli bir yapımla karşımıza çıktınız. Şunu merak ediyorum Ayzek karakteri ya da orijinal isim babası Ayzek’le özel, kalpten bir bağınız var mı?
C.Y.: Var. Şöyle ki kusurlu karakter komedinin zaten ilgilendiği bir konudur. Kendi kusurunu kabul eden insanlardan iyi komedyen çıkar. Şöyle bir savunma değil, “Başkası alay etmeden bari kendim alay edeyim,” gibi sinsice bir şey değil, yalnızca kabul etmişlikle ilgili. Bu tip problemli adamlar benim zaten ilgimi çekiyor. Bir de burada gözle görülür kusurlar da var, gözle görülmez kusurlar da. Bir de ne bileyim… Kimse böyle şeyleri oynamak istemez. Herkes daha güzel görünmek ister, daha yakışıklı görünmek ister. Benim gördüğünüz gibi hiç öyle hayata dair bir iddiam yok (gülüyor).
Ç.M.K.: Çok ters köşe bir karakter ama…
C.Y.: …Filmlere konu olmayacak adamları oynamak bizim gibi böyle sıradan görünümlü insanlar için uygun; dolayısıyla şöyle bir his geliyor, “Ben yapmazsam kimse bu adamlarla ilgili film yapmaz.”
Ç.M.K.: Bu karakterin filmini yapmayı belli ki çok istediniz.
C.Y.: Evet, neden biliyor musun? Antikahramanlıkla ilgili…İnsanlarda merhamet duygusu uyandırdığını gördüm. Böyle şeyleri birazcık tekrar tekrar test etmek istiyorum; çünkü bence merhamet önemli bir duygu fakat kim hak ediyor merhameti? Orası birazcık karmaşık. Dolayısıyla en karton karakter bile olsa Gora’daki Arif bile olsa, böyle yılansı tiplerin kahraman ilan edilmesinden çok hoşlanmıyorum ben. Her Şey Çok Güzel Olacak’taki adam için de öyle… Yani hiçbir hayati sorumluluk almayayım, finalde de filmin başrol oyuncusu olduğum için iyi hissedilecek bir finalle neticeleneyim falan... Şimdi kalem elinde olduğu için bu adamı galip de yazabiliyorsun. Karakomik Filmler’de insanların Ayzek’le ilgili duyguları beni çok şaşırttı. Mesela biri dedi ki: “Nefret ediyorum bu adamdan!” Allah Allah öbürü diyor ki: “Çok acıyorum bu adama…” Allah Allah… Tıpkı benim gibi. Benim de mesela ne kadar çok sevenim var. Hayatımın meşhur olmadığım bölümü daha kısa yani… Ben 50 yaşındayım. 30 senedir tanınıyorum yani. Gerisi 20 sene, aile içinde…. Meşhur olduğum süre daha çok hayatımda dolayısıyla kahraman mıyız? Tam dayaklık mıyız? (gülüyor) O açıdan çok benzeşiyoruz.
Ç.M.K.: Yaşa çok vurgu yapıyorsunuz. Ayzek de yapıyor.
C.Y.: Çok iyi değil mi? Göstermiyorum ya ondan.
Ç.M.K.: 50 yaş farkındalığı mı?
C.Y.: Hayır canım, ben beş yaşındayım. Başından beri beş yaşındayım.
Ç.M.K.: 50 yaşla ilgili kritik bir durumunuz yok yani?
C.Y.: Hayır, hiç yok; yani onu henüz kimseden duymadım.
Bülent Şakrak: İnsan hissettiği yaştadır.
C.Y.: İnsan hissettiği boydadır hatta (kahkahalar). Ben Bülent için söyledim.
Cem Yılmaz: “Sosyal medyada herkes şahane bir film afişinin içerisinde.”
Ç.M.K.: Film bir post-Corona filmi olduğu kadar aynı zamanda çok sıkı bir sosyal medya eleştirisi. Ekranda akıp giden yaşam koçları, wellness tüyoları hakikaten çıldırtıcı bizim için de. Size göre en büyük delilik emaresi ne sosyal medyada? Tanıdığınız ya da tanımadığınız insanlarla ilgili…
C.Y.: Yıllar evvel şöhretle ilgili Andy Warhol’a atfedilen herkesin bir 15 dakikası olacak sözünün şimdi artık hiçbir önemi kalmadı. Şimdi herkes parlak bir şeyin içerisinde. Mesela bu arkadaşlarım, önemli aktrisler değil mi? Mesela onların sosyal medyasındaki halleri ile evinde oturan kızın sosyal medyası arasında hiçbir fark yok. Onlar daha mutasıp bir hayat yaşıyormuş gibi bir hal var sanki… Mesela şöyle poz vermek hiçbirinin aklına gelmezken evde oturan kızımızın ya da adamın aklına geliyor. Yani herkes şahane bir film afişinin içerisinde. Ben mesela baktığım zaman sosyal medyaya, şu gözle bakıyorum noname birisinden bahsediyorum yani şöhretli değil, mesleği oyunculuk değil, bir glam’e ihtiyacı yok. Fotoğrafı görüyorum diyorum ki, bu hangi proje? Böyle bir proje yok.
Ç.M.K.: Bir de herkesin hayatı çözmüş olması… Ayzek’in dediği, isyan ettiği gibi, “Herkesin bir fikri var.”
C.Y.: Ayzek’in de bir fikri var ama acı olan o (gülüyor). Şimdi şöyle yaşla bağlantılı söylersek sosyal medyayı popüler birisi olarak kullanamadığımı söylüyorlar. Senelerdir birileri böyle… Mesela diyorlar ki, “Twitter da ay batırdı, mahvetti,” filan ve diyor ki, “İşte orada o kadar takipçisi var, niye var? Takipçiyi satın almış,” diyor mesela. Ben hiç bu kadar boşa para harcayacağımı düşünmüyorum da… Benim kaç takipçim var Twitter’da? 17 milyon. Yani 1 liraya bir tanesini alsam 17 milyon yapar, dolayısıyla hesaplı da değil. 200 bin olsa anlayacağım da (gülüyor). İşte mesela senelerdir orada, bir performans göstermenizi, bir şeyler söylemenizi, yapmanızı bekliyorlar.
Ç.M.K.: Evet Cem Yılmaz şuna tepki vermedi, buna tepki vermedi deniyor.
C.Y.: Sadece tepki değil, lifestyle olarak da… Güzel anları paylaşmanız bekleniyor. Şimdi benim güzel anlarımın bazılarının paylaşılmayacak tonda olduğunu kendim idrak etmem lazım. Ne gerek var ki her şeyi paylaşmaya? Veyahut da ortada bir iş yokken herkes krema sıkıyor, çilek var, süsler var filan. Pasta yok, eşeliyorsun pasta yok. Yani content, içerik denen şey… Artık her şey içeriğe dönüştü. “Ben içerik üreticisiyim.” Ne ulan içerik üreticisi? “Kamerayı buradan tutup böyle yapıyorum ya içerik işte…” Ya tamam da, bu ne ki bu yani? Mesela bana diyor ki: “Sen o kadar içerik üretmiyorsun.” Nasıl? Bir sürü kabiliyetli insan var. Samimi söylüyorum, ben karikatürle beraber 32 yıldır bu işle uğraşıyorum, vallahi onlar kadar hiç yorulmadım. Böyle bir mesaiyi mesela benim vücudum kaldırmaz. Her gün video çekilir mi ya? Abi benim böyle bir vaktim yok. Herkesin var ve bundan çok mutlular. Bunu söyleyince yaşlı bir amcaya dönüşüyorsun. Sanki bilmediğim bir şey varmış gibi. Halbuki bilmediğim bir şey yok. Bu sadece neşe enflasyonu yaratıyor. Glam enflasyonu… Ortada bir şey yok. Bir glam olsa haberimiz olurdu. İlk bize gelir yani bu konular.
Cem Yılmaz: “Adalet filan yok yani bunu geçelim, hiçbir şekilde yok!”
Ç.M.K.: Ayzek adaleti sağlamakla çok ilgileniyor. Ve büyük bir öfkesi var. Muhteşem finalde Ayzek hepimizi şoka uğrattı, ters köşe yaptı. Adalet için harekete geçti.
C.Y.: Belki ben biraz yardımcı olmuşumdur (gülüyor).
Ç.M.K.: Evet, işte o öfke bence sizin içinizde. Adaletle ilgili bir öfke duyuyor musunuz Türkiye’de?
C.Y.: Hiç güleceğim yoktu. Bir böyle global, total bir konu var justice filan… Bir kere adalet filan yok yani bunu geçelim, hiçbir şekilde yok! “Ay motorlu taşıtlar vergisini iki kere toplayacaklarmış nerede adalet”ten tut, yaşam devam ederkenki, “Allah bana niye bunları verdi”ye kadar her türlü iktidara böyle tepki gösterebilirsin de… Şimdi kalem elindeyse varsa imkânın sen o adamı canının istediği bir adaletle neticelendirirsin. Şimdi eğer Tarantino’vari bir neticeye gitmek isteseydik finalde karakterlerden biri daha fazla kan olsun diye, daha fazla şey yapabilirdi. Film kahramanlara bırakılacak bir şey değil. Birazcık kendi adalet duygun devreye giriyor. Yani şöyle yapsa da belki insanlara bir küçük ilham kaynağı olur. Biri böyle dese de sanki böyle bir adam varmışcasına bir duygu gelişir. Şimdi insanlar diyor ki etkilendiği filmlerle ilgili, karakterler sanki yan odadan çıkmış gibi sıcacık… Yok öyle bir şey. Karakterler bir amaç uğruna birazcık modifiyeye uğramazsa hiçbir film seyredilir olmaz.
Ç.M.K.: Muhakkak ki burada bir amaç vardı. “Güzel kravatını giy” sözü o mesajı yerinde veriyor.
C.Y.: Evet… küçücük… ütopik… pek imkânı olmayan… Şimdi yanlış anlamayın, bu filmi Davut’lar izleyip bir daha Davutluğa tövbe filan demeyecek. Hiç kimse değişme eğiliminde değil. Ama bunun tespitinin yapılması lazım. Biz eskiden alay ederdik mizahçı abilerle, derlerdi ki, “Bu file kaça doluyor? Peki kaça dolmalı? Ne bileyim ben? Ben yalnızca kaça doluyor diye soruyorum.” Biz de şimdi o duruma düşmemek için birazcık daha incelikli, herkesin sorumluluğu olduğunu hissettirmek için, değişik sosyokültürel. Herkes bu filmde konuşuyor. Yoksa yani büyük sözler söylemek için yola çıkmıyoruz. Çok ufak bir film bu, gerçekten ufak, hem prodüksiyon olarak hem söylediği söz olarak. Ama şimdi gündemde böyle bir konu var. Herkes böyle kimlik mimlik… “Benim de bir sözüm var,” raconlar kesiliyor filan. Herkes birbirine öneride bulunuyor, bence böyle olmalı diye. Benim de filmci olarak mesela hayatım önerilerle geçti. “Bence böyle yapmalısın.” Bizim geçen projeyle ilgili, “Her şey çok güzel,” diyor mesela, her şey çok güzel ama projede bir yönetmen göremiyorum. Peki, her şey kendiliğinden olmuşcasına mı?
Ç.M.K.: Aksine çok adaletli dağıtılmış roller, karakterler. Yönetmenliğinizin altını çizen bir başarı olduğunu düşünüyorum.
C.Y.: Çünkü bizde gerçekten yönetmen olmadığı için oluyor. Samimi söylüyorum, herkes başının çaresine baksın gibi bir kooperatif değil ama çok konuşuyoruz birbirimizle, herkes ikna oluyor oynadığı sahneye, karaktere. “Anladım ya vay vay bak hoşuma gitti, bak,” deyince arkadaşlarım daha güzel şey ortaya çıkıyor.
Ç.M.K.: Davut olmak nasıl? Sürekli ölesiye sevmekle kimliklenmiş.
B.Ş.: Davut olmak tabii başlı başına bir olay bu coğrafyada, Davut çok çünkü, dolayısıyla bildiğimiz tanıdıdığımız herkes izleyince de evet bunlardan dolu diyeceği biri Davut. Davut olmak nasıl? Cem Abi’nin işlerinde bir süredir olma lüksüne sahip olduğum için onunla beraber bir işe hazırlanmak, onun yazdığı, onun kaleminden çıkan bir işe hazırlanmak, onun öncülüğünde… Açıkçası yapılan bir sürü işe göre daha kolay ve daha konforlu oluyor. Dolayısıyla onun kafasındaki, olmasını istediği şeyi bütün hatlarıyla bildiğimiz için biz, biraz gördüklerimizle, bildiklerimizle mesleki olarak da bugüne kadar deneyimlediğimiz şeylerle harmanlayarak bir şey yapmaya çalışıyoruz.
Ç.M.K.: Hazırlık süreciniz bayağı paylaşımcı oluyor ve uzun sürüyor galiba.
C.Y.: Bizim sekiz hafta diye bir şablonumuz var zihnimizde, sekiz hafta her türlü… Hem fiziki şartlar, dekor, kostüm anlamında hem de oyuncu arkadaşlarımızla dekor, kostüme göre birazcık daha gevşek ama yoğun. Sekiz hafta, çekmezden önce filmi böyle bir vakit geçiriyoruz, bir-iki okuma provası yaptık. Yani o kadar teatral, yoğun rejisel okuma provaları değil bunlar hani ayağa kalkıp oynayıp değil ama orada bir sürü eksik gedik filan bulabilirsek…
Özge Özberk: WhatsApp grubu kuruyorsun ya, o çok faydalı oluyor.
Ç.M.K.: O WhatsApp grubundaki yazışmaları okumayı çok isterim.
B.Ş.: Emin olun çok istersiniz gerçekten (gülüyor).
Cem Yılmaz: “Eğer filmi gerçekten çekeceksek yazarım.”
C.Y.: Bir sürü senaristle konuşmuşsunuzdur. Ben mesela son dakikaya kadar yazmam. Son dakika dediğim şey şu; eğer filmi gerçekten çekeceksek yazarım. Çekmeyeceksek niye yazayım? Bazıları vardır ya hani, “12. draft’tayım,” der. Ya ne draft’ı babacım?
Ç.M.K.: Bu WhatsApp grubu üzerinden bir değişim oluyor mu yani?
C.Y.: WhatsApp grubunda benim arkadaşlara yazdığım, benim notlarım. Mesela Bahtiyar’la bizim, Davut’la bizim hiç çekilmemiş diyaloglarımız var, çekmedik o sahneleri.Mesela düzyazı gibi yazıyorum, Bülent’e gönderiyorum, okuyor fikrini söylüyor. Bu, senaryodan önce bir evre.
Ö.Ö.: Çok keyifli, çok yardımcı olan bir şey.
Ç.M.K.: Sizi çok zor tanıdım ve sonra büyülendim, siz nasıl değerlendiriyorsunuz rolünüzü?
Ö.Ö.: Benim de uzun zamandır hayalini kurmadığım bir rol gerçekten. Kepenk açıldıktan kapanana kadar içeride bir şenlik ateşi yakılıyor ve kendine bir yandaş buluyor. Ve kendi halinde her gece yaptığı şeyi yapıyor aslında farklı hiçbir şey yapmıyor, tesadüfen o gün nöbetçiler.
Ç.M.K.: Çizimler size mi ait? Instagram hesabınızdaki çizimlerle eşleşiyor.
Ahsen Eroğlu: Evet.
Ç.M.K.: Düşünüyor musunuz sergi açmayı?
A.E.: Ben geçen sene, “Sergi açmak istiyorum,” gibi bir şey dedim ama ben de takdir edersiniz ki gencim ve yolda öğreniyorum. Öyle kolay değilmiş, biraz daha işin içinde olunca soruşturunca… Tabii ki neden istemeyeyim ama bu işlere hazırlandığım gibi ona da hazırlık gerekiyor.
Ç.M.K.: Bahtiyar’da da sizden çok şey var sanırım. Müzisyen olması, edebiyat ve felsefe tutkunu olması… Sanırım siz de bir şeyler kattınız karaktere yazım aşamasında?
Celal Kadri Kınoğlu: Oyuncular bunu merak eder. Bu rolü başkası oynasa ne olurdu diye… Çok fark ediyor, çok.
Ç.M.K.: Enstrümanı da siz çaldınız büyük ihtimal filmde.
C.Y.: Hayır efendim yalnızca öyle değil, enstrümanı evden getirdi.
Ç.M.K.: Aa, bayağı evden iş getirmiş oyuncular, resmini getirmiş, enstrümanını getirmiş.
C.Y.: Yıllardır ben şöyle bir dertle dertleniyorum. Mesela yakın zamanda kaybettiğimiz Özkan Abi’yi düşünün, Özkan Abi çok nadir oynayan birisi, Eşkiya’yı hatırlıyorum, İkinci Bahar’ı hatırlıyorum. Şimdi bizim filmlerde, özellikle karton komediler için söylüyorum; mesela Özkan Abi’nin oynadığı rolleri izledikten sonra –benim için önce ama seyirci için sonra– bu rolü Özkan değil de başkası oynasın gibi bir şey aklının ucundan geçmez. Biz yöntem olarak öyle bir şey izliyoruz. Bu rolü başka bir kimse oynasaydı daha iyi olurdu gibi bir duygu geçmemesi lazım. Burada da böyle kemik bir şey var; biz böyle bir altı kişiyiz; mesela bizden başka kimse bu filmin remake’ini yapamaz. Öyle olması lazım.
Ç.M.K.: O çok geçiyor, her biri bedenlemiş.
C.Y.: Hazırlığın çok faydası var.
Ç.M.K.: WhatsApp grubunun bayağı etkisi var demek ki…
C.Y.: WhatsApp grubunun tabii ki etkisi var ama emin olun bizim WhatsApp grubu öyle şenlikli bir WhatsApp grubu değil, o başka bir grup. Bizim grupta mesela böyle teknik teknik… Mesela hiç çekilmemiş bir sahne atıyorsunuz, diyorsunuz ki, “Aşağıdaki Davut’la Ayzek arasındaki diyaloğu okur musun?” Böyle bir şey yazıyorum, Bülent’e atıyorum, “Çok güzel abi,” diyor. “Emin misin Bülent?” diyorum. “Eminim,” diyor.
B.Ş.: Sonra çekmiyoruz (gülüyorlar).
C.Y.: Onun içinden bir cümle başka bir sahneye gidiyor. Biraz modüler dolayısıyla düşünmeniz gereken montaj vs. var.
Celal Kadri Kınoğlu: “Komedinin kaliteli olması çok daha derin bir hassasiyet gerektirir.”
C.K.K.: Bir kere şu çok mutlu eden bir boyut: Yazar aynı zamanda yönetmen. Her şey kafasının içinde bizler orada yaşamaya başlıyoruz. Bir de bütün bu konuşmalarda biz aslında bu rolü nasıl oynamayacağımızı da düşünüyoruz. Bir sürü biçimde oynanabilir bir rol. O ayarların ölçünün aranması bulunması, yazar yönetmen aynı kişiyse çok sağlıklı oluyor. Öbür türlü iki ayrı insanın rüyasını gerçekleştirmeye çalışırsınız. Genelde de bizim sanatımızda akıl eksik olduğu için… Yönetmenler çok zorlar, çok saçmalayabilirler. Burada hakikaten neler yapılmayacağı belli, doğrular nerede? Ama yine de bizim mesleğin en güzel tarafı, yaparken biz bile yepyeni bir şey ortaya çıkarıyoruz. İşte orada yönetmen devreye giriyor, onu ister ya da istemez. Bu çok dikkatle yürüyen bir şey. Yani baştaki o disiplin, set disiplini filan bizim sevmemizden kaynaklanıyor bu işi, korkmamızdan ihtimam göstermemizden; çünkü bir komedinin kaliteli olması çok daha derin bir hassasiyet gerektirir. Öbür türlü müsamereleşir, basitleşir. Bu bizim konservatuvarda öğrencilerimizde de vardır. Çok tatlı bir karakter vardır, çocuk bir komedi oynar, saçmasapan bir şey ortaya çıkar utanırsın bakmaya. O yüzden de zaten biz vicdan azabı yaşadığımız için korkudan, o dikkatle o kaliteyi yansıtmak en azından dengelemek istiyoruz.
Ç.M.K.: Kesinlikle yansımış. Birkaç kez izlenecek bir film olduğu kesin. Vaktimiz doldu, son soruyu Nilperi Hanım’a sormak istiyorum. Sizin karşınıza sosyal medyada Peri çıksa ve dese ki “Nilperi akışta ol, kontrolü bırak.”
C.Y.: Aa Nilperi zaten akışta (gülüyorlar).
N.Ş.: Ona zamanında ben de kapıldım. Ama uzun vadede sinir basıyor. Akışa bırakabilseydik bırakırdık zaten bırakamıyoruz. Bunun da bir sebebi var demek ki… Yani kontrol bizde değil ki… Hayatın kontrolünün çok büyük bir kısmı bizde değil. “Anda ol, her an anda ol,” filan… Sinir basıyor bana böyle şeyleri görünce.
Cem Yılmaz: “Dağda dervişlik öneriyorlar, biz dağda değiliz ki…”
C.Y.: Bence insan hayatı hem aksiyonla tanımlanıyor ya, halbuki insan hayatı reaksiyonla anlamlı bir şeydir. Mesela bütün videolar seni aksiyona davet eder, şöyle yap, böyle yap der. Olaylar olur, sen bir şey yaparsın: Mesela denir ya: “Hayır dediğin projeler seni sen yapar.” Bu ne demek? Bir reaksiyon tanımlaması. Yoksa hani “evet”te bir aksiyon var ya, “hayır”da sanki… İkisi de aksiyon. Ama ortada bir şey yokken durduk yere insanları bir şeye kışkırtmanın ne kadar tehlikeli bir şey olduğundan bahsediyoruz hepimiz. Şöyle yap, böyle yap… Ya ne zaman? Nerede? Ne için? Ne gerek varken? Reaksiyonu pasif bir şey zannediyorlar. Reaksiyon da aslında manevra kabiliyeti anlamına gelir. Vardır ya romanda, oyunda, dramada, karakteri tanımlayan şey “bir şey olduğu zaman ona ne reaksiyon verdiği”dir. Dolayısıyla reaksiyon hiç bahsedilmeyen bir şey olarak yitip gidiyor, hep bir aksiyon var. Ama reaksiyonu göğüslemekle ilgili hiçbir şey yok çünkü sizin aksiyonunuz da başkalarında reaksiyon yaratacak. “Ben acayibim!” “Değilsin”le dolacak etrafın. Bunu hiç söylemiyorlar. “Ben kendi kararlarını kendi veren bir insanım,” diyorsun birdenbire şirketin ortasında. Patron da diyor ki, “Aaa deli galiba.” “Etrafından haberdar olsun insan,” demek başka bir şey, “Sen etrafına aldırma şekerim gazla,” demek başka bir şey. Dağda dervişlik öneriyorlar, biz dağda değiliz ki…