Geleceğin müzesi fikri revaçta. The Future of the Museum, Museum of the Future… Bugün müze kurumunun yeniden tasarımına duyulan ihtiyaç üzerine düşünmek için pek çok yayın, buluşma ve olanak mevcut. Konu günümüzde rağbet görse de ortaya atılan soruların yanıtları tam da bugünün eğilimleri gibi uçucu ve anlaşılmaz. İşte bu noktada şunu kaçırıyoruz: Hiç kimse kavramsal olarak müzenin ne olduğunu tam olarak bilmiyor… ICOM (Uluslararası Müzeler Konseyi) 2019’un Ekim ayında Kyoto’da toplandığında sadece uzun ve çetrefilli bir tanım ortaya çıkarıldı; böylece yakın zamanda üyelerin çoğunluğuyla kabul edilen, üzerinde uzlaşılmış makul bir müze tanımı önerilebildi.
Belki de sadece bir adım öteye geçip geleceğin müzesi yerine epey radikal ve oldukça cüretkâr bir şekilde post-müze’yi düşünmeye kalkışmalıyız: Cenevre Sanat ve Tarih Müzesi gibi bazı kurumların ve bu kurumların giriştiği yeniden yapılanma teşebbüsünün pekâlâ tahayyül etme olanağı sunduğu, sınırları belirsiz başka bir alanı.
Genel anlamıyla söylemek gerekirse, bence yarının müzesi, bizim bugünkü müze anlayışımızın parametrelerini de genişletip meydan okuyacak bir büyüteç olacak. Doğrusu müzeyi tamamen gözle görülebilir, sağlam, ete kemiğe bürünmüş bir kurum olarak hiç sorgulamadan kabul etme eğilimindeyiz. Müze aynı zamanda bir hava kilididir: Tüketiciler olarak bizi sürekli baştan çıkaran sokak mekânından çıkarmalı, kayıtsız bir ilgiyle kendine çekmeli, bambaşka bir ruh halinin üstün geldiği bir sergileme mekânına geçmemizi sağlamalıdır (bu geçişi yumuşatmak için de sıklıkla kafe, mağaza, kütüphane gibi ara mekânlar kullanılır). Bu şekilde bakıldığında geleneksel müze son derecede müdahaleci görünüyor: Bir sanat nesnesinin ne olduğuna dair ön fikri dayatır; belirsizlik, çatışma, potansiyel karşılaşma anlarını askıya alır. Şahsen ben, başka bir şey yapmak istenirken (öylesine dolanmak, çalışmak, insanlarla buluşmak, saklanmak, oyalanmak...) neredeyse yanlışlıkla, fark etmeksizin ya da hiç hesapta yokken girilebilen, müzeye girmeden önce hiç aklınızda olmayan başka deneyimlerle bir anda kendinizi büyülenmiş bir halde bulacağınız, daha akışkan sınırlara sahip bir müze hayal etmişimdir hep.
András Szántó’yla sohbet ederken post-müze fikrinin hardware’den ziyade software’le ilgili olacağını dile getirerek bu müze ütopyasını özetlemeye çalışmıştım. Peki bu ne demek? Burada ayrıntılarına girmeden bazı izlekleri özetleyelim:
- Mekânla ilişki: Hardware somut yapı, yani binayken –genellikle çarpıcı, gösterişe meyilli, bazen de göz korkutucu– software bu binanın içine giren oyun, küratoryal önerilere göre yeniden düzenleme olasılıklarının bütünüdür. Software’in olasılıkları artırmak için hardware’e eklenmesi gibi, post-müze de mekânın ruhunu dönüştürmek ve ona yeniden şekil vermek zorunda kalacaktır.
- Nesnelerle ilişki: Bir software-müze, yalnızca estetik beğeni sunmak için nesneyi bütün bağlamlarından soyutlamak yerine onu çok sayıda dünyayla birbirine bağlayacaktır. Cenevre Sanat ve Tarih Müzesi’ninki gibi büyük kısmı kullanım değerine sahip nesnelerden oluşan bir koleksiyon için bu önemlidir. Bu nesneler sanat eserleriyle birbirine karıştığında ne olur? Nasıl etkileşimler ortaya çıkar? Bütün bu yapıntılara ortak anlayışla nasıl bir yaşam niteliği kazandırılır? Nesnenin farklı varoluş biçimlerini bir araya getirip kullanım değeri ile estetik değerini birbiriyle karıştıran post-müze, göz ve zihin için her şeyin dikkat çekici hale geldiği bu ayrıntılı paradoksu desteklemeye çalışabilir. Modernitenin fetişleştirdiği hiyerarşileri ortadan kaldırır. Sanatçılar tarafından yönetilen ilk müzelerin yararlanmayı bildiği küratoryel özgürlüğü yeniden canlandırır. Bir “şizofrenik katsayı”nın, yani bir sanat eserinin hem bir şey hem de kendisinin zıddı olma, yorumları çoğaltma, çokanlamlılığını yayma gücünün varlığını tesis eder.
- Ziyaretçiyle ilişki: Yarının müzesi izleyiciyle, onun zihni ve bedeniyle oynamak için geleneksel müze çerçevesinden kaçınmaya çalışacaktır. Ziyaretçiyi gitgide sanatsal bir deneyimin yoğunluğuna sokmaya girişecektir. Sergileme ve eserlerle karşılaşmak için belirli bir ruh halinin sağlanması gerekir. Software-müze fikri, tam da bu ruh halinin daha esnek, daha aşamalı, daha yenilikçi bir biçimde ortaya çıkmasından ibarettir; belki de bu ruh halini müzenin fiziksel olarak ziyaretinden de önce, deneyimleri ve zihindeki imgeleri uzaktan canlandırarak, serginin etrafında bütünlüklü bir içerik ve gittikçe yoğunluğu artmadan önce zaten gaz halinde mevcut olacak bir atmosferle yaratır.
Yarının müzesi ya da daha doğrusu “post-müze”, pratik ve estetik sınırların ortadan kalkması için muazzam bir makine; eserlerin ve mekânların itibarının çoğaltıcısı olacaktır belki de. Yarının müzesi farklı kaynaklardan da ilham alabilir: Geçiş alanlarında bir eşik, serbestçe dolaşılacak bir bahçe, bir arada yaşayabilecek muhtelif mezhepler için bir ibadet alanı ya da huzurlu ve hoş bir ortam için bir “üçüncül alan”.
Sonuç olarak yarının müzesi, sanatsal deneyimin ve yaratıcılığın birleşimi olacak. Sabit durmayan ve ziyaretçilerin kullanımına açık mekânları, eserlere yeni bir gözle bakılmasını teşvik edecek ve hiyerarşisiz bir keşfi özendirecek. Amaç, ziyaretçilerle olan özgün etkileşimi kolaylaştırıp sürükleyici ve çeşitlendirilmiş bir deneyim için teknolojik araçları makul biçimde kullanarak bütüncül bir sanatsal mevcudiyet inşa etmek. Yarının müzesi, ziyaretçilerin, bedenin doğal ritminden eserlerin genişletilmiş zamanına dek değişken zamansallıklarla ilişkilenebilecekleri bir alan yaratarak içerisi ile dışarısı arasındaki engelleri kırar.
Böyle düşünüldüğünde yarının müzesi, sihir ve mucize ortaya çıksın diye sizi mükemmel durumlara hazırlayan hokkabazın hareketleriyle karşılaştırılabilir. Güvenin paylaşıldığı, eserin gerçekdışılığını görmezden gelip “aklın bile isteye askıya alındığı” yerdir burası; esnek, akışkan, şaşırtıcı düzeniyle küratör ile ziyaretçi arasındaki suç ortaklığını kolaylaştırır. Müze ziyareti böylece hem bir sihirbazlık numarasına hem özel bir deneyime hem de kişinin kendi içinde ve dışında bir yolculuğa dönüşür.