Jennifer Clement
Dul Bayan Basquiat: Bir Aşk Hikâyesi
Çev. Avi Pardo
Siren Yayınları, İstanbul, 2022.
Dul Bayan Basquiat, şair ve psikiyatr Suzanne Mallouk’un henüz çok gençken Kanada’daki evini terk edip yerleştiği New York’taki yaşamını, Jean-Michel Basquiat’yla yaşadığı bir aşkın izleğinde aktaran bir biyografik anlatı. 2015-2021’de Uluslararası PEN’in başkanlığını da yürüten yazar Jennifer Clement, Kadınlar Ormanı ile Gun Love (Silah Aşkı) gibi, toplumsal ve politik dertleri kurmaca üzerinden işlediği edebî yapıtlarıyla biliniyor. Yazarın kendisinin de bir karakter olarak yer aldığı Dul Bayan Basquiat ise ilk kez 2000’de Birleşik Krallık’ta yayımlandı. Barları, kulüpleri ve sanat mekânlarından hip-hop kültürü, eşitsizlikleri ve toplumsal çatışmalarına New York’un da başlı başına bir karakter olarak öne çıktığı bu özgün anlatı, Mallouk’un 80’lerde bu şehirde edindiği deneyimleri spesifik bir mesleki donanıma dönüştürmesinin de hikâyesi.
Mallouk’un barmenlikten sekreterliğe çok çeşitli işlerle döndürdüğü New York yaşamından kesitlerle oluşturulmuş Dul Bayan Basquiat’da yazar, imgesel bir akış ve yaratıcı bir kurguyla kısa ama katmanlı bir anlatı ortaya koyuyor. Clement’in üçüncü tekil anlatımla Mallouk’un kendi sözlerini ve notlarını birlikte ördüğü kitap, kişileri, sokakları ve mekânlarıyla dönemin sanat ortamına dair zengin bir panorama da sunuyor. Mallouk’un “kent sosyetesi” diye tabir ettiği bu kişiler arasında Basquiat başta olmak üzere Keith Haring, Rammellzee, Andy Warhol, 80’lerin bilinen ilk graffitici kadınlarından Lady Pink, New York’ta hip-hop kültürünün ana akım sanat camiasına dahil olmasında etkili rol oynayan Patti Astor, Julian Schnabel, Francesco Clemente, Madonna, ayrıca bu kitabın adı olan lakabı Mallouk’a atfeden küratör-eleştirmen Rene Ricard gibi pek çok isim yer alıyor.
Kronolojik bir gidişattan ziyade, sık sık geri dönüşlerle şekillenen anlatı, çocuklukları şiddet ve savaşla biçimlenmiş iki yaralı ve uyumsuz ruhun birlikteliği üzerinden Basquiat’ya dair çarpıcı bir portre ortaya koyuyor. Basquiat’nın yapıtlarında sıkça tekrarladığı imgelerin yaşantısal kaynaklarına, “tuval üzerine caz” diye nitelendirdiği resimlerine, müzik ile hareketli görüntüyü bir araya getirdiği performatif çalışmalarına bakarken, onun ve dönemin sanatında rasgelelik ile tesadüfler kadar, toplumsal çelişkiler ile politikanın da ne denli belirleyici olduğunu görmeyi sağlıyor.
1980’lerin New York’unun toplumsal ve politik ikliminin bir parçası olarak siyah düşmanlığı, anlatının belirleyici eksenlerinden birini oluşturuyor. Kitapta, Mallouk’un izlenimlerinden ve yorumlarından, ırk ayrımcılığının sanat ortamındaki yansımaları da görülüyor. 1982’de MoMA’ya yaptıkları ziyarette ona, “Müzelerde siyah adamlar yok. Burası beyaz adamın plantasyonlarından biri sadece,” diyen Basquiat’nın, ırkçı kültürün adeta bir barometresi olduğunu ve etrafında olup bitenlerden fazlasıyla etkilendiğini belirtiyor Mallouk. Müzeler ve sanat tarihindeki temsil yoksunluğu, o dönem Basquiat, Rammellzee, Keith Haring gibi pek çok sanatçının eserlerinin temel motivasyonlarından birini oluşturuyor. Mallouk’un bu bağlamda Keith Haring’e atfettiği konum da dikkat çekici: “Jean, SoHo’ya graffitiyi bir beyazın sokmuş olmasını hazmedemiyordu. Keith siyah ve Porto Rikolu graffiti sanatçılarıyla takılıyor, çoğunu işlerine dahil ediyordu, özellikle LA2 adında birini. Graffiti sanatçılarını Keith meşrulaştırmıştı aslında. Sanıyorum onun katkısı Jean’ın katkısından daha fazlaydı.” Ayrıca arkadaşı Michael Stewart’ın New York metrosunda graffiti yaparken yedi polis tarafından boğazına copla basılıp boğularak katledilmesi, Mallouk’un ırkçılığa karşı aktif mücadeleye katılmasına neden oluşuyla da önem taşıyor.
Dul Bayan Basquiat’yı, ABD’deki baskıları da dahil olmak üzere, “ilham perisinin gözünden bir Basquiat hikâyesi” olarak sunma yaklaşımı ağır basıyor. Basquiat üzerinden tanımlanmaya duyduğu tepki, 80’lerin ikinci yarısında Mallouk için de itici bir güce dönüşmüş olmalı ki hem sanatçıyla bir çeşit simbiyoz içindeki varlığına hem de sürekli onun üzerinden anılmaya karşı hamle niteliğinde bir portre projesi gerçekleştiriyor. 1 dolarlık banknotların üstündeki George Washington’dan Beat kuşağının mensubu Joan Burroughs’a farklı alanlardan ünlü beyaz insanları siyah yüzlerle resmettiği bu portreleri, 1985’te Vox Populi Galeri’de The Girl Can Also Paint (Kızlar da Resim Yapar) adlı sergiyle ziyarete açıyor. Akabinde Suzanne adını terk edip Ruby Desire olarak kaydettiği şarkılar ve çıkardığı plaklarla müzik alanında da üretim yapıyor, öyle ki bir Avrupa turnesine bile çıkıyor. Sonunda artık müzik işinden nefret ettiğine karar verip yeniden “Suzanne” olsa da, bu deneyim, New York’taki yaşamı boyunca ilk kez alkol ve uyuşturucudan uzak durabilmesini sağlıyor. Basquiat’nın 1988’deki ölümü, Mallouk’un Filistinli mülteci bir ailede dünyaya gelip Kanada’dan New York sanat ortamına uzanan hikâyesinde yeni bir milat olarak karşımıza çıkıyor. Bu ölümün akabinde New York sanat ortamını terk eden Mallouk, içinden geçtiği deneyimi tıp eğitimiyle farklı bir boyuta taşıyacağı bir sürece adım atıyor.
Dul Bayan Basquiat, Jennifer Clement’in, bugün bağımlılık ve sanatçı tedavisinde uzmanlaşmış bir psikiyatr ve psikoterapist olan Suzanne Mallouk’la şairane işbirliğinin bir ürünü olarak nitelendirilebilir. Basquiat’ya içeriden bir bakış sunmakla beraber, “ilham perisinin gözünden sanatçı” klişesine hapsedilemeyecek kadar da çok yönlü bir anlatı olduğunun altını çizmeli. Sanatta değer ve beğeni üzerine epey düşündürebileceğinin de. Öyle ki her şey geçip 2010’a gelindiğinde, Fondation Beyeler’deki Basquiat retrospektifinde yer alan bir “yapıt” karşısında Clement ve Mallouk’la beraber biz okuyucuların da durakalması pek muhtemel: Yapıt, Suzanne’ın 1983’te yaşadığı Doğu 1. Sokak, 68 Numara’daki evinin mutfağındaki buzdolabı. Kapısında Basquiat’nın çizdikleri, yazdıkları ve yanı başında duran “DOKUNMAYIN” uyarısıyla...